On The Adamant: Bu 'Küçük Evren'de tamamen iyileşebilmek mümkün mü?
İstanbul Film Festivali'nin yıldızlarından 'On The Adamant' ya da Türkçe adıyla 'Küçük Evren'de yönetmen Nicolas Philibert, izleyiciyi kocaman bir soru işaretiyle baş başa bırakıyor. Bu yıl Berlin Film Festivali'nde güçlü rakiplerini gölgede bırakarak belgesel olmasına rağmen 'Altın Ayı' kazanmayı başaran 'On The Adamant', görece dezavantajlı çerçeveyi malzemelerinin zenginliğiyle önemli bir artı puana çevirmeyi rahatlıkla başarıyor...
Geçtiğimiz günlerde sona eren İstanbul Film Festivali'nin en dikkat çeken işlerinden biri elbette 2023 Berlinale'de 'Altın Ayı' kazanan 'Sur L'Adamant' / 'On The Adamant'tı. Türkiye'de 'Küçük Evren' adıyla gösterime giren ve Nicolas Philibert yönetmenliğinde çekilen 'Sur L'Adamant', güçlü Berlin yarışındaki tek belgesel olmasına rağmen tüm güçlü dramaları geride bırakarak prestijli ödülün sahibi oldu. Birçok kişiye göre son yılların en sürpriz 'Altın Ayı' tercihlerinden biri olarak görülse de aslında bu seçimin hiç de şaşırtıcı olmadığını ise ancak ve ancak belgeseli izledikten sonra fark edebilmek mümkün. Fransa'nın başkenti Paris'in kalbindeki 'L'Adamant' adlı bakımevine misafirlik ettiğimiz bu belgeselde Seine Nehri üzerinde yüzen bu merkezdeki sohbetlere tanıklık ediyoruz. Bir yandan psikiyatristler, terapistler, psikologlardan oluşan bir ekip var, diğer yandan ise yaşadıkları ruhsal bozuklukları aşmaya çalışan, birbirlerini görerek kendi durumlarını fark eden iyileşme sürecindeki yetişkinler var. 'Sur L'Adamant' birçok izleyici için sıradan gelebilecek bu malzemeyi görece dezavantajlı bir türde sınırlı kalmasına rağmen ayrışmayı, daha da önemlisi 'Altın Ayı'ya ulaşmayı nasıl başarıyor peki?
Asıl golü 'eski mezun'la hiç beklenmedik bir anda atıyor
'Sur L'Adamant' bir drama olsaydı yönetmen ve senaristin bireysel imzaları sayesinde çok daha belirgin bir gol beklentisi içinde olabilirdi seyirci. 'Sur L'Adamant'ın özellikle de bir hayli güçlü kurguların yer aldığı Berlinale 2023 ana yarışma seçkisinde tüm gösterişsizliğe büyük ödülü kazanmasında çok kilit noktalar var. Bir belgesel olmasından ötürü hareket alanı görece kısıtlı olmasının olumsuzluğuna hapsolmuyor. Yaldızlı kurgular, oyuncaklı senaryolar arasında tamamen yüzde 100 organik bir taraftan yarışa dahil olarak bu kadar prestijli bir ödüle kavuşmasının en büyük sırrı elbette malzemesinin güçlülüğü. Psikiyatrik problemler yaşayan yetişkinlerin her birinin hikâyesi o kadar akılda kalıcı ve etkileyici ki izlerken büyülenmemek imkânsız. Yönetmen, aslında kolay gözükse de bir hayli zor olabilecek bir şeyi yaparak bu yetişkinlerin iç dünyasını 109 dakika içine taşımayı başarıyor. Her birinin duygusunu, itirafını, korkusunu izliyor, dinliyoruz. Özellikle François'ın dünyaya bakışı ya da Van Gogh'tan bahseden amacamız ve bilhassa da mimikleri ve tikleriyle kahve sahnesinde dakikalarca iç dünyasını gözlemleme şansı yakaladığımız genç adam seyircinin aklında kalan önemli modeller. Ancak 'Sur L'Adamant' tüm bu hikâyelerden ziyade asıl anlatmak istediği derdi hiç beklenmedik bir anda, tam da son sahnede karşımıza çıkararak golü 'eski mezun'la atmayı başarıyor.
Elimizi vicdanımıza koyalım, gerçekten iyileşebileceklerine yüzde 100 inanabiliyor muyuz?
Elimizi vicdanımıza koyalım. Psikiyatrik problemler yaşayan kişilerin ruhsal sağlıklarına kavuşmaları için tedavi görmelerini ne kadar desteklesek de bilinçaltımızda onların hiçbir zaman psikolojik açıdan sağlıklı bireylere dönme ihtimali olmadığını, olamayacağını düşünüyoruz. Bunu ne yazık ki yapıyoruz. Bir rehabilitasyon merkezinden 'mezun' olan bir yetişkin ne dost olarak ne de iş arkadaşı olarak onu tanıyalım ya da tanımayalım güven vermiyor. İşte bu bir ön yargı. Üstelik de hiçbir temeli, dayanağı olmayan aşırı çirkin bir ön yargı. Halbuki ruhsal problemlerini aşabilen yetişkinler de var. 'Sur L'Adamant'ın finalinde karşımıza çıkan 'eski mezun' kadının anlattıkları ve şikâyetçi olduğu şey tam da bu yüzden çok sağlam ve önemli. Yönetmen Nicolas Philibert bu yapımı bir belgesel olarak kurgulamasaydı hiçbir şey bu kadar etkileyici ve sahici olmazdı. Belgesel olması yapımı sadece gerçekliğe hapsetse de yönetmen Philibert bu dezavantajı kocaman bir artı puana çeviriyor. Kadının hepimize bıraktığı soru işareti çok kıymetli. Bir 'rehabilitasyon merkezi mezunu'na yüzde 100 güvenilebiliyor mu? O kişiye herhangi bir şey emanet edilebiliyor mu? Bu sorularla seyirciyi baş başa bırakan 'Sur L'Adamant' klasik belgesel anlayışıyla belki bir tık fazla gösterişsiz olmasına rağmen filmin sonuna kadar ilerleyebilenler belgeselin neden 'Altın Ayı' ile taçlandırıldığının net bir şekilde farkında. Doğru, gerekli ve gücünü yalınlığından alan, oldukça güçlü bir iş 'Sur L'Adamant'. Tek eksiği bu kadar hız ve uyarana maruz kaldığımız bir çağda belki fazlasıyla klasik ve sakin bir anlayışta fazlasıyla ağır ve yavaş harekete geçmesi olabilir. Bu 'Küçük Evren'de her birimizin kötüleşebileceğini, güç zehirlenmesi yaşayabileceğini biliyoruz belki ama sadece fiziksel değil ruhsal açıdan da kabul edilebilir bir iyileşmenin mümkünâtının yeterince farkında mıyız sahiden? Maalesef yeterince değiliz ama fark etmeliyiz.
twitter.com/mayksisman
instagram.com/mayksisman
youtube.com/mayksisman
can.sisman@milliyet.com.tr