Oğuz Atay kısaca hayatı ve eserleri
Bireyciliği, alaycılığı ve oyunbozanlığıyla; tıpkı bize benzeyen Oğuz Atay... Tutunamayan, oyunlarla yaşayan, geleceği elinden alınmış, beyaz mantolu adam... Oğuz Atay'ın hayatına ve eserlerine bir bakış...
Oğuz Atay'ın yaşamı, 12 Ekim 1934'te İnebolu'da başladı. Annesi Muazzez Hanım öğretmendi. Babası Cemil Bey, ağır ceza reisliğinde bulundu, bir süre de milletvekilliği yaptı. 'Babama Mektup' adlı öyküsünde Cemil Atay'ı ve onunla olan ilişkisini anlatır Oğuz Atay.
"Genellikle sert, duygusuz ve bencil göründü. Aramızda hiçbir zaman alışılmış bir baba-oğul ilişkisi olmadı. Ne ben bütün meraklı çocuklar gibi durmadan her şeyi sana sordum, ne de sen oturup bazı şeyleri bana açıklama gereği duydun. Oysa şimdi seni düşündüğüm zaman babacığım, durmadan gülümsüyorum. Seni sen olarak yaşamak istiyorum. Bazı kitaplar yüzünden kafam biraz karışmışsa da, bugün bile senin içtenliğini taşıdığımı ümit ediyorum. Gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım. Yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?"
Oğuz Atay'ın da edebiyatla ilişkisi 1940'lı yıllarda başladı. Kiralık romanlar okudu önce. Sonra Oscar Wilde, Gorki ve Dostoyevski dönemleri başladı. Ardından Nabakov, Kafka ve James Joyce geldi. Onlarla olan ilişkisini eserlerine de taşıdı ve çok okuyan ama hayatı tanımayan aydınlar, Oğuz Atay'ın tipik kahramanları oldu.
Türkiye, Demokrat Parti dönemiyle 1960'a doğru yol alırken, Oğuz Atay da olup bitenleri İTÜ'de inşaat mühendisi adayı olarak izliyordu. Okul yıllığında arkadaşları Douglas tipi bıyıklarıyla 'hayli enteresan bir tip' olarak anlatırlar Oğuz Atay'ı. 'Doğuştan muhalif'tir onlara göre. Sınav arifesinde Rasim'le Emirgan'da çay içmeye veya Çamlıca'da çiçek toplamaya gider. O arkadaşlar ki, bu satırlar yazıldıktan çok sonra, Oğuz Atay'ın eserlerine roman kahramanı olarak gireceklerdir.
Oğuz Atay, okulu 1957'de bitirdi. Mühendisliğin belki de en geçerli olduğu dönemde, sadece mühendis olmak ona yetmedi. Pazar Postası dergisinde çalışmaya başladı. Pazar Postası, Demokrat Parti'ye muhalif bir dergiydi aslında ama, zamanla edebi yönü ağır bastı. Oğuz Atay hem derginin redaksiyonunda çalışıyor, hem de çeşitli konularda makaleler yazıyordu. Bu yazıların çoğu imzasızdı. Oğuz Atay, siyasetin ve sanatın bu çalkantılı döneminde roman yazmayı düşünüyor muydu; bilmiyoruz. Ama izliyordu. Sahnenin gerisinden, her şeye tanık olarak izliyordu.
Oğuz Atay 1960'ta İstanbul Devlet Mühendislik Mimarlık Akademisi'nin inşaat bölümünde öğretim üyesi oldu. 1961'de ilk eşi Fikriye Hanım ile evlendi, kızı Özge doğdu.
1970 yılında Oğuz Atay, askerlik günlerinde tanışıp arkadaş olduğu Cevat Çapan'a gitti. Elinde 'Tutunamayanlar' vardı. Romanı, TRT'nin açtığı yarışmaya sokmak istiyor ama bu kadar kalın bir romanı jüri üyelerinin okuyacağından kuşku duyuyordu. Cevat Çapan romanı okuyunca Oğuz Atay'ı destekledi ve Tutunamayanlar, 1970 TRT Roman Ödülü'nü aldı. Burjuva düzeninin yargılarına, beğenisine, yaşam biçimine ayak uyduramayan, topluma yabancılaşmış, yalnız insanlardı tutunamayanlar... Rahatça yaşamak varken, tutunamayanlar tıpkı İsa ve Hamlet gibi, düzenin yozluğunu fark edip karşı çıkıyorlardı. Saf ve çocuksu dünyalarıyla Don Kişot gibi yürüyorlardı hayatın üzerine. Oysa yeterince güçlü değildi hiçbiri. Yenilmeye mahkumdular.
James Joyce'tan, Nabakov'dan, Kafka'dan, Tolstoy'dan izler buluruz Tutunamayanlar'da. Ama taklit değildir. Oğuz Atay iç konuşmaya ve ironiye dayanan bir roman yazmış, sadece konusuyla değil; üslubuyla da yerleşik değerlere baş kaldırmıştır.
1971'de Oğuz Atay'ın 'Beyaz Mantolu Adam' adlı öyküsü, 1973'te ise 'Tehlikeli Oyunlar' romanı yayınlandı. Romanın kahramanı, gecekonduların kentleri sardığı bir dönemde hayattan kaçıp bir gecekonduya sığınan ve bir iç hesaplaşmaya giren Hikmet Benol'du. Tutunamayan karakterlerdendi o da. Tutunamayanlar'da ölümü seçen Selim Işık gibi, Turgut Özben gibi ve hatta Halit Ziya'nın kahramanı Bihter gibi...
1975'te TRT'de yayınlanan Aşkı Memnu filminin tanıtım programında Oğuz Atay, Tutunamayanlar'ın kahramanlarını böyle anlatmıştı. "Halit Ziya'nın romanını ve dolayısıyla karakterlerini, kendi doğama yakın buluyorum. Bunun çeşitli nedenleri var. Bir romanına verdiği addan da bildiğimiz gibi, Halit Ziya hep 'kırık hayatlar'ı anlatmıştır. Yani benim bugünkü deyimimle 'tutunamayanlar'ı... Hayata tutunamayan, hayat karşısında hayal kırıklıkların uğrayan insanların durumunu... Bu yönden kendi duyarlılığıma yakın buluyorum. Bu kahramanlar genellikle büyük hayaller kurar, yükseklere erişmek ister fakat bazı özellikleri, küçük hesapları, ürkeklikleri yüzünden hayalkırıklığına uğrarlar. Fakat bu kahramanlara kader kurbanı demek de mümkün değil. Çünkü Halit Ziya'nın kahramanları yaşadıkları dramları bilinçli olarak hisseder, daima kendileriyle hesaplaşırlar. Bu benim de üzerinde durduğum, çok yakın bulduğum bir durum."
Oğuz Atay ve ikinci eşi Pakize Kutlu'nun nikah fotoğrafı.
O kahramanlar, 'Oyunlarla Yaşayanlar' adlı tiyatro oyununda adeta yeniden karşımıza çıkar. Türk tiyatro tarihinde önemli bir iz bırakan bu eserle Oğuz Atay, bir üçlemeyi tamamlamışır. Ancak Kenter Tiyatrosu, "Oyun nerede bitiyor, gerçek nerede başlıyor?" eleştirisiyle oyunun sahnelenmesini reddeder. Oysa Oğuz Atay, zaten bunu yapmak istemiştir. Kültür kargaşası olan bir ülkede acıyı ve sevinci yaşayamayan, gerçeklerden korkan insanların vakit geçirme oyunlarını anlatmıştır. 'Oyunlarla Yaşayanlar', Oğuz Atay'ın ölümünden sonra Devlet Tiyatroları tarafından sahneye konabildi.
'Tutunamayanlar' 1971'de yayınlandığında edebiyat dünyasında olay yarattı. Ancak okurlar Oğuz Atay'ın eserlerine tereddütle yaklaştı. Oğuz Atay'ın kahramanları, döneme uygun düşmeyen sorunlarla yaşayan, topluma yabancılaşmış aydınlardı. Batı usulü ile doğu duyarlılığını birleştirmeye çalışmış ama başaramamışlardı. Tarihin attığı kördüğüm boğuyordu onları. Batıyı anlayamamışlar, üstelik kendi köklerinden de korkmuşlardı. Geleceği yaratacak insanlar arasında yerleri yoktur Tutunamayanlar'ın. Gerçekdışı bir dünyada yaşıyorlardı sanki. Kitaplara, kelimelere ve önsözlere takılıp kalmışlardı.
"Tanrım! Hep önsözlerde kalıyorum! Biraz daha ilerleyebilsem, hiç olmazsa girişe kadar gelebilsem!’ Hayatı ve eserleri. Hiç bıkmıyorum bunları okumaktan. Bir daha, bir daha okuyorum. Kendi önsözümü yazacağım. Olmayan romanların yazarı Selim Işık için önsözler yazacağım."
Oğuz Atay, bireyin yazarıydı. Toplumun ve sanatın hızla politikleştiği bir dönemde, sola göre fazla sağcı, sağa göre fazla solcu bulunmuştu. 1970'ler Türkiyesi'nin beklentilerine cevap veremiyordu. Okurunu arıyordu. Kendisini anlayacak birilerini... Şöyle yazdı:
"Selim gibi günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayır değil herhalde onun gibi. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre bu defter kaydetsin beni. Dert ortağım olsun. Kimseye söyleyemeden içimde kaldı, kayboldu dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni ya da istediğim gibi dinlemiyorsa, günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız."
Bu sözler yazıldığında tarih, 25 Nisan 1970'ti. Bütün günlükler gibi bu defterin sayfalarında da kaygılar, umutlar, yalnızlıklar vardı. Ama sadece özel hayata açılan bir pencere değildi Oğuz Atay'ın günlüğü. Yazmayı düşündüğü eserler için ayrıntılı notlar almış, planlar yapmıştı.
İkinci evliliğini Pakize Kutlu ile yapan Oğuz Atay, 1975'te doçent oldu ve hikayelerini topladığı 'Korkuyu Beklerken' kitabını yayınladı. 1975'te yazdığı 'Bir Bilimadamının Romanı'nda Prof. Dr. Mustafa İnan'ı anlattı.
1911-1967 yılları arasında yaşayan matematik profesörü Mustafa İnan, Oğuz Atay'ın üniversiteden hocasıydı. Bu romanı eşi Jale İnan'ın isteği üzerine yazmıştı. "Bu roman belgelere, gerçeklere dayandığı için klasik bir roman türünün ağır basmasını ben tabii buluyorum. Bununla birlikte çalışmalarım ilerledikçe, Mustafa İnan'ı daha yakından tanıdıkça, onun ruhuna, iç dünyasına, düşündüklerine ve hissettiklerine de nüfuz etmeye çalıştım. Bu bakımdan bilinçakışı dediğimiz yöntemi de uygulamam bence tabii olmuştur. Bunu yaparken de Mustafa İnan gibi hissedip düşünmeye çalıştım."
"Günlük sıkıntı ve öfkelerle geçiyor hayat. Otomobilin tamiri, para hesabı... Neden yazdıklarımı anlamıyorlar? Neden çevremde kimse yok? Belki de anlaşılacak, önemsenecek bir şey yazmadım, yapmadım. Sadece yazı hayatı denen çamura bulaştım, yeni öfkeler edindim, o kadar. Beni akıl yazarı bulanlar var. Öyle olsaydı hep yazacak bir şeyler bulurdum. Sıradan biri olarak yazarlığı sürdürmek mümkün. İstemiyorum. Şu Türkiye'nin ruhu için yapılacak ne kadar çok işim var."
'Türkiye'nin Ruhu', Oğuz Atay'ın üzerinde çalıştığı yeni bir kitaptı. Türk toplumunun kolektif bilinçaltını ve birey, devlet, toplum ilişkilerini konu alacaktı bu durumda. Ayrıca bir profesörün hayatını anlatan 'Eylembilim' adlı bir hikaye yazıyordu.
3 Ekim 1977, Londra
Yakında İstanbul'a dönüyorum. Bugün Dr. Morgan'a gideceğim. İlaç vs. için görüşeceğim. İçim karışık. Düşüncelerle değil, bulanık. Yalnız vaktim ve kafa gücüm olursa 'Eylembilim' ve 'Geleceği Elinden Alınan Adam' adlı hikayelerimi bitirmek istiyorum. Tabii bugüne kadar neler kurdum, ne kadarını gerçekleştirebildim; ayrı mesele. Belki bir-iki kişinin dediği gibi, ancak kendini ve aklına nasıl geliyorsa öyle yazan biriydim. Ben de son zamanlarda buna gittikçe daha fazla inanıyorum. Oysa Mustafa İnan'da başladığım bazı şeyler vardı sanki. Ya da bazı şeyleri kendime göre anlatmayı deniyordum. Düşüncem geç gelişti, biraz geç başladım. Biraz da erken bırakmak durumunda kalıyorum. Geleceğini kaybetmek, yaşanan zamanı da boşlaştırıyor. Ne yapalım; henüz biraz ayakta durma gücüm var. Deneyelim, sonuç almaya çalışalım.
'Geleceği Elinden Alınan Adam' ve 'Türkiye'nin Ruhu' yarım kaldı. 13 Aralık 1977'de yakalandığı amansız hastalığa yenik düştü Oğuz Atay...