Asaf Halet Çelebi kimdir? Kısaca hayatı ve eserleri
Asaf Halet Çelebi, Türk çağdaş edebiyatının en şahsına münhasır kişiliklerinden biriydi. Çoğu kişiye manasız gelen söz kalıplarıyla şiirler yazdığı için çok büyük eleştirilere maruz kaldı. Hatta üstü kapalı 'deli' bile dediler! Ama o döneminin çok ilerisinde bir aydındı. Asaf Halet Çelebi'nin yeni yeni anlaşılan şairliği ve hayatının gizli kalmış yönlerine bakalım...
Alem, zaman, mekan, hayat... Günümüz insanının zihnine takılan ve diline 'relativite', 'kuantum', 'hologram' benzeri sözcüklerle yansıyan kadim sorular... Bunları ve daha ötesini aynı yatakta akıtıp şiir potasında kaynaştırdı Asaf Halet Çelebi. Çağlar ötesine dalan, oradan sıçrayıp geleceğe açılan, an'da tüm zamanları, zerrede kainatı görmeye çalışan, aşkın bir ruh, ve anlaşılmamışlık deryasında sesi hala yankılanan bir şairdi o..
Varlığının farkında olduğu andan itibaren sürekli kendini ve çevresini sorgulayan, daha sonra keşfettiği rehber ve onun verdiği hakikat haplarıyla evrensel bilginin kaynağına ulaşmaya çalışan Neo'nun hikayesi. Yani, Matrix!
Türk şiirinde derin izler bırakan bir şairi anlatmaya Matrix'ten başlamak yadırganabilir. Ama Matrix, yani 'kalıp', Asaf Halet Çelebi'nin gerek ruh dünyasını gerekse şiirini ifade etmeye en uygun kavram.
Deyim yerindeyse, 'siyasi kaosun' göbeğinde doğdu Asaf Halet Çelebi. 1907'nin aralık ayında... İmparatorluk yıkımın eşiğindeydi. Dahiliye Nezareti teşrif kalemi müdürü Mehmet Bey ve annesi Beyza Hanım, muhtemeldir ki oğulları için Hariciye'de parlak bir kariyer düşlemişlerdi ama ne ülke ne de ailesi açısından işler beklendiği gibi gitmedi. Asaf Halet, Galatasaray Lisesi'ne giderken az da olsa ümit vardı Osmanlı'ya dair. Ama 1918'in sonunda tablo tepeden tırnağa değişti. 4 yıl boyunca 6 cephede süren savaşın ardından Osmanlı yenildi, başkent İstanbul ve Anadolu işgal edildi, çoğu Müslüman aile gibi onlar için de sıkıntı, günlük hayatın parçası haline geldi.
İşgal döneminde zabıt katipliği yaptı
Cihangir'den ayrılıp Anadolu Yakası'na göçtüler. Beylerbeyi, eski ve büyük aileler için sığınak gibiydi. Geniş bir arazi içindeki yeni evleri, abisi Kamil, ablası Mezruka ve Asaf Halet için oyun bahçesiydi bir bakıma. Ama bir an önce eğitimini bitirip hayata atılması bekleniyordu ondan. Ve bu Galatasaray Lisesi'ni bitirmekle ulaşabileceği bir hedef değildi. İstemeye istemeye okuldan ayrıldı. Adliye Meslek Mektebi'ne kaydını yaptırdı ve 1 yıl sonra Üsküdar Adliyesi'nde Asliye Ceza Mahkemesi zabıt katibi olarak işe başladı.
Milli mücadele, zafer, ardından cumhuriyet... Sadece siyasi bir değişimin değil, toplumsal hayatta tam bir altüst oluşun, saltanatla birlikte tüm değerler sisteminin de kaldırıldığı duygusunu veren çözülmüşlüğün yaşandığı süreç... Herkesin kendisinin ne eskiye, ne yeniye ait; ne saltanatçı ne cumhuriyetçi, hem geçmiş dönem alışkanlıklarını korumaktan, hem yeni düzene ayak uydurmaktan yana hissettiği, arafta yıllar... Böylesi dönemler tıpkı insanlar, kurumlar gibi, sanatı da kendi aklar-karalar dünyasına çeker. Her şey gibi sanatkarların da güne nispetle, yeni baştan itibar sıralamasına tabi tutulduğu, eski soyluların, köklü ailelerin yerine savaş zenginlerinin, kalantorların aldığı dönemdir. Asaf Halet Çelebi, işte bu tablo içinde başladı şiire.
İlk yazdıkları geleneksel tarzda rübai ve gazellerdi. 1937'ye kadar inatla sürdürdü bu çizgiyi. Sonra bir süre durdu, sessizleşti. Ardından terk etti eski kalıpları.
Ne vezin var, ne kafiye!
Fransa'ya gitti bir ara. Döndü, aşık oldu, evlendi. Görür görmez sevmişti Rosie'yi ama yürütemedi. Boşandılar. Deniz yollarına girdi memur olarak. Sonra Osmanlı Bankası'na... Ardından yeniden evlendi. Kuzeni Nermin'di ikinci eşi. Çocukluklarından beri birliktelerdi zaten.
Ve yeniden şiir yazmaya başladı. Ama bu kez içinden geleni, söylemek istediklerini anlatmayı arzuladığı tarzda... Form, vezin, kelime, kafiye... Kelimelerin anlamlarına ya da çağrıştırdıkları bildik kavramlara yaslanmadan. Buydu istediği. Sözcüklerin, hatta mısraların tek başına önem taşımadığı; vurguyla, ritimle, tonlamayla, beden diliyle şiirin bütününde anlam kazandığı, kullanılanlar yanında kullanılmayan sözcük ve kavramları da düşündüren, anlaşılmakla anlaşılmamak arasında kararsızlık noktasında bir şeydi içinden gelen.
Ona göre vezin ve kafiye üniforması giydirilmeden de sözcüklere ahenk ve ritim vermek mümkündü:
Bir aynada bambaşka cihanlar gördüm
Geçmiş gelecek bir sürü canlar gördüm
Bazan da zamanlarla geçen ömrümde
Bir asra sığarmış gibi anlar gördüm
Om mani padme hum!
Doğu ve batı kültürüne vakıf, köklerini insanın yeryüzü macerasının başladığı günlere kadar uzatan, ama ne onlara ne de çağdaşlarına benzemeyen yepyeni bir anlatımdı onunki.
Unutulmuş dillerin anlamlı ya da anlamsız oluşuna göre seçilmemiş, kah sadece ses efekti, kah şifre etkisi uyandıran, ama yaradılışın esrarını fısıldarcasına zihinde yankılanan mısralardı yazdıkları.
Sidharta
niyagrôdha
koskoca bir ağaç görüyorum
ufacık bir tohumda
o ne ağaç ne tohum
om mani padme hum
om mani padme hum
om mani padme hum
sidharta buddha
ben bir meyvayım
ağacım âlem
ne ağaç
ne meyva
ben bir denizde eriyorum
om mani padme hum
om mani padme hum
om mani padme hum
Alay ettiler
Sahnede ya da sahneye dönüştürdüğü ortamda, tiyatral hareketlerle bizzat kendi okuduğu ve kelimelere yüklediği manayı dinleyenlere aktarmak için görsel, işitsel her unsuru kullandığı şiir gösterileri ona hastı. Sahneye çıkacağı sırada sahnenin ışıkları söner ve ardından elinde bir şamdanla Asaf Halet Çelebi görünürdü. Biraz yüksekçe bir yere çıkıp, o devirde çok meşhur olmuş olan 'Sidharta' şiirini okurdu. Çok tesirli bir şekilde, artistik bir tarzda, boğuk bir sesle haykırırdı: "Niagroda! Koskoca bir ağaç görüyorum!"
Asaf Halet Çelebi, diyelim ki içinde Grekçe, kutsal sözler geçen bir şiirini okuyacaksa, tıpkı bir kilisedeki papazın hareketlerini yaparak okurdu. Dua ve kilise atmosferini vermek isterdi etrafına.
Dizelerinin onları çırılçıplak bırakacak bir açıklıkta anlaşılmasını da beklemezdi. Kendisi anlama, hakikate yaklaşma çabasındayken ve söylediklerini anlamlandırmakta kendi ruh dünyasında gelgitler yaşarken, başkalarından da beklemiyordu bunu. Ama alaya alınmayı, karikatürlere, aşağılayıcı fıkralara konu olmayı da...
"Amanın dostlar! Duydunuz mu, gördünüz mü edebiyatımızın başına gelenleri? Sarası tutmuş meczuplar gibi sayıklamalar başladı artık. Hani şu ortaoyunundaki 'om mani padme hum patküt' yok mu, bu büyücü tekerlemeleri, yeni şiirin mısra-ı bercestesi diye resimlerle süslenerek mecmua kapaklarına neşrediliyor. Bilmiyoruz ki bu çeşit hezeyanlar hangi kısma dahildir? Acaba zararsızlardan mı, gömleklilerden mi? Sokakta başıboş gezmelerinde, rast gelip konuşmakta, böyle alay etmekte bir tehlike var mı? Gerçi koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler ama biz edebiyat kuzuları arasında Asaf Halet Çelebi'ye böyle bir mevki veremeyceğiz. En iyisi isminden istifade ederek, 'Çelebi, böyle olur bizde sanat!' diyelim."
Eleştirilere cevabı
Ona ve şiirine yönelik eleştiriler rencide edici boyuta varmasa, şiir anlayışını, kimi sözcük ve kavramları nereden bulup kullandığını açıklama ihtiyacı duyar mıydı bilinmez. Ama şiir sanatı üzerine yazdıklarının çoğunluğu, gerçekte savunmalardı:
"Bizim şiirlerimize istihfaf ve hakaretle bakmayı, kendileri için çıkar yol zannettiler. Bana 'Vazolu' ya da 'Küllü Çelebi', 'Bobstyle' diye ve daha birçok tezyif edici kelimelerle ancak şahsımı kastederek saldıran bu zevatı kiram ile hiçbir şahsi davam ve mücadelem yok. Gene ritim itibariyle nadiren kullandığım ve maalesef de en ziyade dedikoduyu mucip olan bir noktaya temas edeceğim. Bunlar bilhassa Mısri kadim, Siddharta, Kilise, Sema-i Mevlana gibi bir atmosfer vücuda getirmeyi hedef tuttuğum şiirlerimde kullandığım yabancı kelimeler ve formüllerdir... Şimdiye kadar hakkımda yapılan birçok tenkitlere ve itirazlara rağmen, hiç korkmadan ve çekinmeden şiirlerimde mistisizmin büyük rol oynadığını itiraf ediyorum."
20'nci yüzyıl Türk edebiyatının en farklı şairi
Anlayacağınız iki tür yadırgamayla karşılaştı. Biri, son derce orijinal bir kişilik olarak aykırı şiirler yazmasıydı. İkincisi; vurgu yaptığı kültür, sanat, edebiyat, düşünce kurgularına karşı bir yadsımaydı. Bunlarla şiir yazdığı için alay edildi. Ama kısa süre sonra ortaya koyduğu sanatçı kişiliği ve şairliğiyle, bugün bile aşılmaz, kendine özgü şairlerden olduğunu eserleriyle kanıtladı.
Ama yaşadığı dönemde, eleştiriler hiç bitmedi. Tasavvufa, doğu-batı, antik yeni mistisizme zihni kapalıydı Türk aydınının. Asaf Halet Çelebi ise okulda Fransızca, babasından Farsça öğrenmiş, Üsküdar Mevlevihanesi şeyhi Ahmet Remzi Akyürek'in terbiyesi altında dini bilgiyle donanmış, dönemin saygın musiki üstatlarından Rauf Yekta Bey'e talebe olmuştu.
Mistik bir şiir kurmak istediğini söylüyor, bu mistik ve metafizik değerleri şiirin odağına yerleştiriyordu. Çağdaşları Arif Dino, Bedri Rahmi gibi serbest vezni şiir tekniğine temel alıyor; ama onlardan farlı olarak hem Divan edebiyatının özdeki aruz veznini, kafiye tarzını terk ediyor ve yeni bir şiir tekniğiyle o dünyayı ortaya koyuyordu. Bugün Asaf Halet Çelebi'nin kısa şiirlerine 'modern gazel' diyebiliiz. Bu da Asaf Halet Çelebi'yi 20'nci yüzyıl çağdaş Türk edebiyatı içinde çok farklı bir yere yerleştirir.
Kendisini trilobit'e benzetir
TRİLOBİT
dünyalar ve yıldızlar
en küçük şey
acıkan dilimi uzatıp
hepsini birer birer yaladım
ve yuttum
biraz serinlemiş gibiyim
50.000.000 sene evvel
ılık bir denizde bir trilobitken
duydum melâli
zaman nedir unutarak
açıp ağzımı
bütün denizleri içtim
ve kendim kaybolup
deniz oldum
sonsuz deniz oldum
Asaf Halet Çelebi bu şiirinde kendisini ilk canlı organizma olan 'trilobit' ile ilişkilendirirken şunu da söyler:
Ayna
bana aynadan bir suret göründü
benden başkası
dedim çık
o aynadan
hayalimi çalan
Bu şiirinden sonra sanat çevresi onu daha da garipsedi. Mücerret, yani 'soyut şiire' Şeyh Galip'ten beri aşinaydı Türk okuru aslında. Asaf Halet'e gelene kadar Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Necip Fazıl da sık sık dile getirmişti bu derinliğini. 'Şiiriyet' kelimesiyle dile getiriliyordu 'soyut'. Ama hiçbiri Asaf Halet Çelebi'nin durduğu noktada değildi.
90'larda tanındı
"Şiir üstün idrak işidir" diyen Necip Fazıl, "Şiirde mana vardır ama bu mana nesrin ve konuşmanın manası değildir" diyen Tanpınar, "Her mısra gazete okur gibi değil, tasavvur ederek okunmalı ve şiirin kendine özgü mantığını kavramak için ondaki en küçük hayalleri bile düşünülüp ayırt etmek gerektiği bilinmelidir" diyen Haşim, günlük olaylardan, siyasetten veya fikir kampından kopmaz. Oysa Asaf Halet Çelebi'nin kabul etmediği bir şeydir bu. Şiir ile görünür dünyanın bir arada olamayacağı kanısındadır o. Garip Akımı'nın öncüsü Orhan Veli'yi beğendiğini saklamaz. Ama onu ve takipçilerini, hiç tanımadıkları alt tabakadan insanların şiirlerini, üstelik onların diliyle yazmaya kalkıştıkları için eleştirir. Aynı şekilde Nazım Hikmet'i şiire ideolojiyi soktuğu için, Necip Fazıl'ı "İlimde tecrit, teşhis için; şiirde teşhis tecrit içindir" sözüne sadık olmadığı için eleştirir.
"Alim nasıl görünen, maddeden ibaret olduğunu sandığı kainatın sırlarını izaha çalışıyorsa, sanatkar da kendi zaviyesinden kainatın izahını yapmak sevdasında olmalıdır. Şiir kelimelerin bir araya gelmesinden hasıl olan büyük bir kelimeden başka bir şey değildir. Anlam ise izafi bir mefhumdur. Şiirde vuzuh, şairin kudretine olduğu kadar okuyucusunun ruh imkanlarına, anlayışına, irfanına ve hüsn-i niyetine bağlı bir keyfiyettir. Şiir bize müşahhas malzeme ile mücerret bir alem yaratır."
Batıda 'saf şiir' olarak tanımlanan anlayışın bir ifadesidir bu. Paul Valéry, Charles Baudelaire, William Faulkner'in savunduğu yoldur. Ve şiir ile din ya da inanç arasında ayrılmaz bir bağ olduğu düşüncesine götürür şairi.
Günümüz gençliği yeni yeni adını duymaya, şiiriyle tanışmaya başladı Asaf Halet Çelebi'nin. Bunda şaşılacak bir şey yok. Onun ilgi çekmeye çalıştığı, dikkatin evrene dönmesi gerektiği, parçada bütünü görme, zaman, mekan, sema, rüya, masal, türkü, destan, antrolopoji, paleoantropoloji yeni girdi düşünce dünyamıza.
Hırsız
pencereden giren mehtap
bu evde hırsız var
mehtapta
pencerede oturmuş
beni görüyorum
kapıyı çalsam
içerden ben çıkacağım
içerden çıkacak beni
ne kadar görmek istiyorum
penceredeki beni uyandırmalıyım
içerde hırsız var
içerdeki hırsızın
ben olacağımdan korkuyorum
15 Ekim 1958 günü Haseki Hastanesi'nde kalbine yenik düştü Asaf Halet. 51 yaşındaydı ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü kitaplığında memurdu. Oğlu Ömer dışında eğlencesi olmayan, şiiri gibi kişiliğiyle de çağdaşı sanatçılardan farklı bir kuyruklu yıldız gibiydi. Doğdu, yaşadı, kaydı...