04.10.2016 - 12:09 | Son Güncellenme:
28 Ekim'de vizyona girecek 'Ekşi Elmalar' filminin yazarı, yönetmeni ve oyuncusu Yılmaz Erdoğan, Esquire dergisine konuştu.
Yılmaz Erdoğan çarpıcı açıklamaları şöyle:
"Çocukken her yaz tatilinde soluğu Hakkari'de alırdım. Evde birkaç gün geçirdikten sonra yaptığım ilk şey; dedemin yanına ve bahçesine gitmekti. Nefis bir bahçeydi. Dedem, toprak işinin uzmanıydı, tam bir toprak insanıydı. O evin bendeki etkileri ayrıdır. Mesela fotoromanlar da teyzelerimin başucu kitaplarıydı. 'Ekşi Elmalar' başta dedem olmak üzere o aileden etkilenerek tam 7 yılda hazır hale gelebildi. Bu filmin senaryo sürecinde, teyzelerimin hepsiyle değil de, bir kısmı ve ailemle bir araya geldik. Yanımızda da bu olayın tümüyle dışında olan bir dostum vardı. Bana 'Senin nasıl yazar olduğun anlaşıldı. Onlar konuşuyor, sen yazıyorsun' dedi. Nasıl beslenmeyeyim? Düşünsenize; etrafınız birbirinden renkli ve her biri ayrı bir zekanın sembolü insanlarla çevrili.
"20'Lİ YAŞLARIMDA SERT MİZAH YAPARDIM"
Geçmişi tam anlatılmamış toplumların bugünleri ve yarınlarıyla da ilgili problemleri olur. Anılarımı ve anılarımdaki karakterleri de mümkün olduğunca filmlerime yansıtıyorum. Çünkü artık bu çağın tarih anlatıcısı da sinema, hatta televizyon. Artık sınırlı sayıda bulacağınız kitaplardan tarih öğrenmek ne zevkli, ne de yeterli. Dolayısıyla yurdumun dününü iyi anlatmakta büyük bir hayır görüyorum. Ayrıca tarih kitapları duygusuz! Oysaki filmlerde yazarın çektiği fotoğrafları seyredersiniz. Belki de bu yüzden en gerçek tarih yazıcıları, sinemacılar olmuştur. Çünkü bir sinemacının notası duygudur. Tarih anlatıcılarına kalırsa; iki ordu karşılaşmıştır, biri diğerini yenmiştir, 10 binin üzerinde ölü vardır. Yahu biz filmde birisini öldürüyoruz, insanlar iki gözü iki çeşme ağlıyor. 10 bin kişiyi ne çabuk ezip geçtiniz!
Meşhur senaryo gurusu Robert McKee, "Mizah neyin komik olduğu ile ilgili değil, sizin neyi kafayı taktığınızla ilgilidir" demişti. Yani bir şey gerçekten asabınızı bozuyorsa, onun mizahı yapılır. Yani iyi mizah hem eleştirir, hem de çözüme katkıda bulunur.
20'li 30'lu yaşlarımdayken mizahım sertti, biraz daha kötümser bir havadaydım. Ressamımızın kırmızı dönemi diyelim; şimdi daha mavi. O yüzden 'Ekşi Elmalar'ın afişi de mavi. Yani yalancılık yapmıyorum, mutlu son da yazamıyorum ama 'Ekşi Elmalar'da olduğu gibi en azından 'u-mutlu son' yazdım. Hayat bugüne kadar bana ne öğrettiyse, o yaşımda ne öğrendiysem yazdım. Dolayısıyla öğrenme süreci hep değişerek, dönüşerek, eski doğruyu terk ederek, yeni doğruya yönelerek katettiğimiz bir mesafe. Bugüne kadar gerçekle çok fazla vakit harcadım ve artık hakikatin konforunu yaşıyorum. Hakikat; görünenle görünmeyenin birleştiği bir noktada bulunuyor ve çok daha huzurlu. Hayattan bunu öğrendim.
Dedem son derece sert, mesafeli ama bir o kadar da ileri derecede karizmatik bir insandı. Senaryo yazarken hangi karakter olursa olsun hepsini eşit derecede savunmak gibi bir huyum var. 'Ekşi Elmalar'ı yazarken de dedemi dolu dolu, her şeyiyle savunurken buldum kendimi. Yazarken insanları savunmayı öğrendim.
Babam, bugüne kadar tanıdığım en iyi mizahçılardan biridir. Her zaman keskin mizahıyla çözerdi her şeyi. Bizi hiç dövmedi ama bazen şakalarıyla dövmekten beter ederdi. Şimdi kendime bakıyorum da; tam anlamıyla bu huyunu birebir almışım. Çocuklarımdan her zaman tek ricam oldu; 'Bana babanız olduğumu hatırlatacak hareketlerde bulunmayın. Çünkü hatırlarım' diyorum. Berfin'le de, Rodin'le de aramızdaki arkadaşlığımızı çok seviyorum. Bu, insanı da çocuk ve aynı zamanda insan kılıyor.
"SPİRİTÜEL BİR YOLCULUĞA ÇIKTIM"
Bu gezegende iyi bir insan olarak yaşamanın şartları var. Ben bu şartlara uymaya çalışıyorum, çocuklarım da uymalı. Örneğin; iyi kalpli olmalılar, sahip olduklarını paylaşmayı bilmeliler ve tabii ki yalan söylememeliler. Yaşadığımız çağ, bazı insani bilgilerin yetmediği bir çağ. Mesela bir bahçedeyiz ve etrafımızda 150 çeşit bitki olduğunu düşün. Bitkilere bakar bakmaz gördüğün şeyin 'bamya' olduğunu söyleyeceksin. Bunun gibi hayata dair eksik hayat bilgilerini vermek istiyorum çocuklarıma. Ben olgunlaşma dönemimi 'Bana Bir Şeyhler Oluyor'u yazarken yaşadım. 28 Şubat döneminde hatırlarsanız; televizyona sürekli sahte şeyhler çıkıp duruyordu. Ben de 'Bu işte bir gariplik var' diye izliyorum. Derken, 'Bir adam gerçekten aydınlanırsa, yani sahte mahte değilse, başına ne gelir?' diye bir soru takıldı kafama. Allah ile gönülden bir ilişki kurarsa? Tabii tamamen cahil olduğum bir konuydu bu. O zamanlar Tanrı ile sohbet eden, konuşan kim varsa hepsiyle ödevim gereğince konuşmaya ve yazdıklarını okumaya başladım. Sonra da oyunu yazdım. Bu da spiritüel bir yolculuğa çıkmama sebep oldu. Gerçekle inceden vedalaşıp ama 'inceden' vedalaşıp kendimi bir anda hakikat düzleminde buldum. İnsanın aydınlanmasını anlatan en güzel kelime şu 'Heee'... 'Heee, demek böyleymişşşş...' diye diye yolculuğum halen devam ediyor.
"ŞEHİRLİ İNSANIN BAŞ BELASI CAN SIKINTISI"
İki yıldır Köyceğiz'deki çiftliğimde yaşıyorum. İstanbul'da artık yaşamamak; çoğalmak değil azalmak, biriktirmek değil paylaşmak demek. Zaten öyle çok biriktiren biri de olmadım hiçbir zaman. Bir gün, alışkanlıkların boyunduruklarından kurtulup doğaya teslim olmak adına yollara düşen bir adam yolunu bulur. İstanbul'da günde sadece bir iş yapabilirsiniz. Gün içinde iki iş yapmaya kalksanız, programda sıkıntı olur. Gün İstanbul'da çok hızlı ve anlamsızca akıyor, içi boş bir şekilde. Oysa doğada harcadığınız mesai de çok değişik. Bu aralar Schopenhauer'un bir kitabını okuyorum; orada yazıyor: 'Şehirli insanın başının belasıdır can sıkıntısı. Çocuğu 15 dakika oyalama, 'Canım sıkıldı baba' demeye başlar. Bizim çocuklarda can sıkıntısı yasaktır mesela! Rodin çok iyi bilir bunu. 'Babaaaa...' dediğinde ne olduğunu sorarım ve hemen 'Hiçççç' der, gider. Özetle doğada hiçbir şey yapmadan otursan bile meditasyon yapmışsın anlamına gelir. Canın mı sıkıldı; git ağaçları buda, tarla sür, meyve topla.
Ünlü olma meselesi... Suya girip ıslandığı için şikayet eder mi insan? Bir işe başlıyorsun, başarılı olursan doğal sonucunun da bunun olacağını aklı yerinde olan her insan bilir, sonuçlarını göze alır. Hatta göze almak ne demek; ben, aksine severim de insanlarla bir arada olmayı. Ha, ama işin içine özel hayatı deşmek ya da magazin gibi yan ürünler girerse tabii ki hoşlanmadığın durumlar doğabilir. Gerçi bununla da yaşamayı öğreniyor insan. Benim de zaman zaman ters davrandığım zamanlar olmuştur, buradan özür dilerim kırdıysam.
"BU ÇOCUKTA BİR TUHAFLIK VAR!
Lise yıllarından beni tanıyanlar, şimdi gördüklerinde ya 'Zaten komik çocuktu, komedyen olmasına şaşırmadım' ya da 'O çocuktan mı bu adam çıktı?' diye tepki veriyor. Kendimi güvende hissetmediğim zamanlarda kendimi kapatırdım, gerçi hâlâ öyleyim. İşte o 'kapalı' zamanlarda düşünmek, şiir ve senaryo yazmaktı benim işim. Kendimi keşfetme gibi bir şey olmadı; insanlar zaten 'Bu çocukta tuhaflık var' bakışını her zaman atardı. Olan, İstanbul'a üniversite eğitimi için geldiğimde oldu. Öğrenci kahvelerinde bir masa etrafında milleti toplayıp güldürürken 'Ya arkadaş bu bir meslek, haberin var mı?' demeye başladılar. İçimdeki farkındalık da böyle böyle uyandı.
"YEMEK İCAT ETMEYİ ÇOK SEVİYORUM"
Kızım Berfin, aşçılık okudu. Sonuna kadar da destekledim, halen de destekliyorum. 'Organize İşler'de rol almıştı, son derece de başarılı olmuştu. Ama 'Baba gölgesinde uğraşamam' deyip kendi yolunu çizdi. New York'ta staj yapıyor şimdi. Rodin de şu manzaraya bakılırsa futbolcu olacak. Kalben en çok sevdikleri meslek ne ise onu yapsınlar.
Mutfakta ileri derecede iyiyim, özellikle yöresel yemeklere düşkünüm. Lahmacun içi ve güveç en iddialı olduğum lezzetlerin başında geliyor. Bir de kişisel şefim Ömer ile 'portakallı çorba' gibi yemekler icat etmekten hoşlanıyorum."