04.01.2013 - 19:27 | Son Güncellenme:
Yazı: Erdal Güven
“Kimi günlerde alessabah, İstanbul’u fellik fellik dolaşmaya çıkar (...) ne bileyim bir dükkânda ya da İstanbul’un en kıyıda köşede kalmış bir yerinde rastladığı insanları da kolundan tutup öykülerine sokuştururdu. Cumartesi
ve pazarları ise adacığına sığınırdı. Kendi köyünü (...) anlatırdı.”
Bana İstanbul’u öğreten adamdır Sait Faik. Henüz İstanbul’a ayak basmamış, İzmirli yeniyetme liseliyken, üniversiteyi İstanbul’da okuyacağım kesinleşince babam, “Al sana İstanbul” dercesine önüme koyuvermişti Abasıyanık külliyatını.
O yazı İstanbul’da geçirdim. Sait Faik elimden tutmuş, Beyoğlu’ndan Burgazada’ya, Rumeli Hisarı’ndan Edirnekapı’ya dolaştırmıştı beni. Sait Faik’in sayesinde az insan ve mekânla haşır neşir olmamıştım kısa sürede. Yazar, çizer, kumarbaz, balıkçı, kahveci, külhanbeyi, seyyar satıcı...
İlk gözağrısı: Şehzadebaşı
1906 doğumlu Mehmet Sait (adını sonradan değiştirecek, soyadı ‘Abasıyanık’ı da o seçecektir) taşrada ‘haşarı bir burjuva çocuğu’ olarak geçen yılların ardından, 1924’te adım atar İstanbul’a.
Ailece taşındıkları şehirde Sait Faik’in ilk gözağrısı Süleymaniye’dir. Şehzadebaşı’nda otururlar. İlk İstanbul seferi uzun sürmez. Bir haylazlıktan ötürü (öğretmen sandalyesine iğne koyma) okuldan atılınca liseyi Bursa’da tamamlar. İlk öyküsü ‘İpekli Mendil’i Bursa’da yazar. Daha o zamandan bellidir mizacı. Hakkı Süha Gezgin’in ifadesiyle, “Sınıfta sakin ve dalgın, bahçede yalnız”dır.
Fetih dönemi
1928’de başlayan ikinci İstanbul seferi de uzun soluklu olmaz. Ama hikayeci olarak artık bilinen bir isimdir. Şehri keşfe bu yıllarda başlar. Keşif, üç yıl süren bir ‘Fransa talimi’ nedeniyle kesintiye uğrar. 1934’te İstanbul’a döndüğünde,
ailesi Şişli’ye taşınmıştır. Sait Faik’in hiç bitmeyecek ‘fetih dönemi’ o yıllarda başlar.
Esat Siyavuşgil yazarı şöyle anlatır: “İstanbul sokaklarının gece yarısından sonraki manzarası ve insanları, balıkçı kahveleri, tavşan satan ihtiyar kadın dekorunun arkasında, iki eli ceplerinde caddeleri arşınlayan, köprüde durup vapurlara bakan, sıra kahvehanelerine dalıp çıkan, bitmeyen, avunmayan, gözünü kapamayan, sıkıntısını, huzursuzluğunu ve tiksintisini boynunda lale gibi taşıyarak sokak sokak dolaşan bir şehir hayaleti var.”
Semt semt İstanbul
En çok da Beyoğlu’nda görülür Sait Faik. İstiklal Caddesi’nde bir aşağı bir yukarı dolaşmak, ‘yaşamının anlamı’dır onun için. ‘Arka sokaklar’ı da ihmal etmez. İsmine bayıldığı Dolapdere’den girer, “Acayiplerin yokuşu” dediği Yüksek Kaldırım’dan çıkar. Akşamı Galata’nın meyhanelerinde eder. Soluğu Millet Bahçesi’nde alır. ‘Ölümler diyarı’ Yedikule’den zor atar kendini.
Haliç ve Edirnekapı, fakirliğiyle hüzün verir ona. Kasımpaşa külhanbeylerin, bıçkınların semtidir. Kumkapı’nın Beleş Plaj’ı ünlüdür. Şehzadebaşı’nı sinemaları ve kıraathaneleriyle anlatır.
Köyde inziva
Burgazada’ya yazdıkları yüzünden başına türlü iş açıldığı, ‘yaşamış’lıktan yorgun düştüğü dönemde çekilir Sait
Faik. ‘Haritada Bir Nokta’da şunları yazar: “İşte çocukluğumun ve ilk gençliğimin haritalarındaki adalar beni, sonunda bir gün özlediğim gibi bir adaya tesadüfen bırakıverdiler. Yaşım orta yaşı bulmuştu ama nihayet asıl yuvama dönmüştüm. Sanki 14 yaşında sarışın bir oğlanken basıp gitmiştim. Bir motor beni alıp büyük şehirlere götürmüştü (...) İşte bitkin, işte yorgun, işte hepsini, hepsini yitirmiş, gittiğim motorla geri dönmüştüm.
Şimdi namuslu insanların arasında başım önüme eğilmiş, gülmeden, eğlenmeden, müsamaha dolu, kötülüğü göz kırpışından anlayınca canavar kesilecek bir insan haliyle sessiz, sakin, ağzına vur lokmasını al bir halde balığa çıkacak, iyiliklere hasret duya duya ömrünün sonunu, burada kesik bir son nefesle bahtiyar bitirecektim (...)
Artık bütün günümü gecemi burada geçirecektim (...) Niyetim yazı yazmak bile değildi. Balığa çıkacaktım. On kuruşa kahve, yirmi kuruşluk köylü cigarası içecektim (...) Yazmayacaktım (...) Burada namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim.”
Ama yapamaz. Öykünün son satırlarında şöyle anlatır dönüşünü: “Yapamadım. Koştum tütüncüye, kâğıt kalem aldım. Oturdum (...) Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Şehir ve hayatla arasını düzeltip yeniden yazmaya başladığında da Burgazada bir sığınaktır Sait Faik için. Aynı zamanda insanıyla, doğasıyla, martılarıyla yeni bir ilham kaynağı...
Ağır hüküm
İstanbul’dan hep ‘aşk’la söz etmez yazar. Tiksindiği, nefret ettiği de olmuştur. Özellikle de hastalığının ilerlediği son yıllarında: “Sabahleyin bitlerle dolu, kimsenin kimseye hürmet etmediği, kimsenin kimseyi hürmete layık bulmadığı, istismar edenin, çalanın zengin ve bahtiyar olduğu, esnafın azgın, zenginin deli, haris, egoist, gaddar; fakirinin kayıtsız, sersem olduğu bir şehirde; işin kötüsü sensiz, oldukça kirli bir yatakta uyanıyorum.” (‘Büyük Hayaller Kuralım’) “Bu şehir laubaliliğin, kötülüğün, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir.” (‘Söylendim Durdum’)
Dahası var: “İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil. Güzel değil. Başka günlerde köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokakları dardır (...) Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek.” (‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’)
İstanbul hakkındaki en ağır hükümlerden birini de Sait Faik verir yine. Hepimizin malumu, “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey” cümlesini pek bilinmeyen şu cümle izler: “Burada bir insanı sevmekle bitiyor her şey.” (‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’)
Son söz Mahmut Alptekin’in kitabından: “Hiçbir yazarımız İstanbul’u Sait Faik gibi anlatmamıştır. Çünkü Sait Faik, İstanbul’u kanında, damarında, canında duymuştur.” Alptekin’in ifadesiyle Sait Faik’in İstanbul’u, ‘yaşayan İstanbul’dur, bir nostalji şehri değildir; bir ‘sergüzeşt tombalası’dır, o gün şansına ne çıkacağını, başına ne geleceğini kestiremez; tablo güzelliğinde bir İstanbul değildir Sait Faik’inki, uzaktan seyredilmez...
ÖYKÜLERİNDEN...
* Surdışına çıkınca, Silivrikapı, Mevlanakapı ve Topkapı’nın kozmopolitliğini severdi: “Bu mahallelerde yaşayan insanlar milliyet ve din ayırımına çok fazla önem vermezler. Müslüman, Hıristiyan, Yahudi bir arada yaşar ve bundan herhangi bir rahatsızlık duymak da akıllarına gelmez (...) Bu mahallelerden şehrin merkezine gitmek, İstanbul’dan Ankara’ya gidip gelmekten zordur (...) Bazen bir sarı Apostol, bir sulu Avram’a Yahudice sataşır; bazen bir Barbunya Ahmet, Zargana Agop’a dert yanardı (...) Kendi aralarında din farkı gözetmeksizin kız bile alıp veren insanların başlıca düşmanı, daha doğrusu sevgilisi bir tepeye çıkıldığı zaman görülen şehrin merkezidir. Orada kapkaranlık, soğuk geceleri ısıtan bir aydınlık vardır.” (‘Kalorifer ve Bahar’)
* Babıâli İstanbul’un en zalim yokuşudur Sait Faik’e göre: “(...) Oranın insanları boğuşa boğuşa, didine didine ekmek paralarını çıkarırlar. Yokuşa ayağınızı bastınız mı altınızdaki karpuz kabuğuna dikkat etmezseniz, kaydığınız gündür. Burası öyle bir yokuştur ki kimler inmiş, kimler çıkmıştır. Ne Eşekanırtan Yokuşu ne de Kumbaracıbaşı Yokuşu, bu yokuş kadar zalim değildir.” (‘Açık Hava Oteli’)
* Haydarpaşa, Anadolu insanını gözlemlemek için gittiği adrestir. Üsküdar’ı “Kendine has” ama “İstanbul’a Diyarbakır kadar uzak” bulur. Kartal bedbaht bir kaza merkezi, Alemdağ’sa “İstanbul’un kargaşasından ve bozulmuşluğundan kendini kurtarabilmiş istisnai bir yer”dir.
Ünlü oyuncu Onur Tuna, yıllar önce ev arkadaşının bıçaklanarak öldürüldüğünü söyledi.