‘Kuzgun/The Raven’, Edgar Allan Poe’yu kurmaca bir hikayeye karakter olarak yerleştiriyor ve yazarı kendi öykülerinden yola çıkan bir seri katilin peşine takıyor. Poe’yu John Cusack’ın canlandırdığı film, bir yazarın daha beyazperdeye konuk olması demek. Bu vesileyle, beyazperde karakterleri olarak karşımıza çıkan diğer yazarları hatırlayalım
‘Barfly’
(1987)Barbet Schroeder’in yönettiği film, Charles Bukowski’nin hayatından otobiyografik öğeler taşıyor, hatta yazarın Los
Angeles’ta kendini içkiye vurduğu bir dönemi anlatıyordu. Bizzat Bukowski’nin yazdığı senaryodan hareket edilen filmde,
Yazarın alter egosu Henry Chinaski’yi o yıllarda kariyerinin zirvesinde bulunan Mickey Rourke canlandırdı. Hatta Bukowski’nin kendisi de küçük bir rolde filmde yer alıyordu.
‘Capote’ (2005)
Truman Capote’nin ‘Soğukkanlılıkla/In Cold Blood’ı yazma hikayesi birden fazla filme konu oldu. Hatırlarsanız, bu kitabı yazmasını konu alan 2005 tarihli ‘Capote’, başrolünde yazarı canlandıran Philip Seymour Hoffman’a Oscar kazandırmıştı. Aynı dönemde çekilen, bir yıl sonra vizyon yüzü gören ‘Infamous’ da aynı hikayeyi anlatıyordu ama ‘Capote’nin gölgesinde kaldı. Filme dönersek, Bennett Miller’ın yönettiği yapımda Capote, kırsalda işlenen vahşi cinayetlerin iki katiliyle zaman geçiriyor ve katillerin hayatını öğreniyordu. Film, edebiyat tarihinin en müthiş eserlerinden birinin yazılma sürecinin arka planını izlemenin zevkini tattırıyordu.
‘An Angel At My Table’ 1990
Yeni Zelandalı yazar Janet Frame’i konu alan filmin yönetmenliğini Jane Campion (‘Piyano’, ‘Kutsal Duman’) üstlendi. Bir kadın yazar öyküsü ve Campion’ın yönetmenliği, ortaya keşfedenleri ihya eden bir başyapıt çıkardı. Film, 1920’lerin ortasında doğan yazarı, fakir çocukluğundan zorlu geçen ergenlik ve ilk gençlik dönemine taşıyordu. Ardından psikolojik tedavi merkezleri, teşhisler, elektroşoklar derken, Frame sonunda yazar olarak kimliğini bulmayı başarıyordu. Venedik Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü’yle dönen yapım, bir yazarı konu alan dramlar arasında şüphesiz en iyilerinden biri.
Aşkın Son Mevsimi
Michael Hoffman’ın yönettiği yapım, ünlü Rus yazar Lev Tolstoy’un hayatını değil, son yıllarını mercek altına alıyordu. Hatta konuyu daha da daraltmak gerekirse, hayatının son yıllarında eserlerinin telif haklarını kamuya vermek isteyen Tolstoy ve bu karar karşısında çocuklarının geleceğini düşünen eşi Sophia arasındaki gerilime odaklanıyordu. Filmin önemli avantajlarından biri Tolstoy’u canlandıran müthiş aktör Christopher Plummer’ın performansıydı.
Çıplak Şölen
Kanadalı yönetmen David Cronenberg’in benzersiz filmi, Beat kuşağının temsilcilerinden William S. Burroughs’un romanıyla aynı adı taşıyordu. Ancak sadece bu romanın düz bir uyarlaması değil, diğer biyografik içerikli çalışmaları, sanrılar ve fantezilerin tuhaf bir karışımıydı. Burroughs’un alter egosu William Lee’yi Peter Weller’ın canlandırdığı film, hiç eskimeyen bir yapım ve dümdüz biyografiler yerine yazarın dünyasının görsel karşılığını bulmasıyla ders niteliğinde. Dönüp baktığınızda, bu zorlu anlatımın altından Cronenberg’den başkasının kalkması pek mümkün gözükmüyor.