Gülay Afşar

Gülay Afşar

gulay.afsar@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Müzik piyasasında yeni şarkılardan oluşan albümler daha fazla heyecan yaratıyor. Söz konusu albüm, hakkında en çok yapılan tarifle, ‘yıllara meydan okuyan’ Ayşegül Aldinç’ten gelince daha da anlamlı oluyor. Evet, piyasanın zor zamanında, Ayşegül Aldinç ‘Sek’iz’ adını verdiği, sıfır şarkılardan oluşan yepyeni albümüyle dinleyici karşısına çıktı. Son yıllarda, tekli (single ) çalışmaları olsa da, uzun aradan sonra gelen bir albüm bu. Yine de Ayşegül Aldinç’in sakinliğini, dinginliğini bilenler için çok da gecikmiş bir albüm olarak algılanmadı. Albümde Mabel Matiz’den Kenan Doğulu’ya, Göksel’den Yüksek Sadakat’e, Eflatun’dan Harun Tekin’e kendi alanında özgün işler yapan müzisyenlerden birer şarkı var. Sözüyle, müziğiyle, hepsi de ‘O’nun için özel yapılmış şarkılar. Her ne kadar bir düet albümü sayılamazsa da, şarkıların bestecilerinin düet ya da vokal olarak Ayşegül’e eşlik etmeleri de albümün sürprizi.
Ayşegül Aldinç’le bir araya geldiğimizde “Tarkan’ın bile yeni şarkılarla çıkamadığı bir dönemde, sen nasıl cesaret ettin” diye sormadan duramıyorum. O da “Bu zamanda albüm yapmak delilik” diyor ama tam 16 yıl sonra gelen albümünü “Bu işin içinde bir sihir var, doğru enerjilerin birleştiği bir iş” diye anlatıyor. Kendini tekrar eden, ya tutmazsa korkusuyla hareket eden müzisyenleri de kınamıyor. Ama Ayşegül Aldinç kendi deyimiyle serbest takılıyor, albümün kartonetinde de yazdığı gibi sadece iz bırakmak istiyor. Bunun da hakkını veriyor, hemen bu haftasonu İstanbul BKM’den konserlerine başlıyor. Yoruluyor ama halinden memnun.
Nitekim Sezen Aksu’nun veda ettiğini söyleyince kendisine tepki verenlere dediği gibi; “Benim askerliğim bitti, bundan sonrasında paşa gönül kriterleri.” En keyiflisi bugünkü aklınla, gönülden isteyerek yapmayı seçtiğin iştir. Çünkü artık kendini ispat etmek zorunda değilsen, hesap vereceksen de kimseye değil kendine vereceksen, mutlusun. Ne diyelim, darısı başımıza.

Haberin Devamı

DANİMARKALI KIZ

Bu hafta Oscar’a aday filmler arasında en fazla yüreğimi titreten, Tom Hooper imzalı ‘Danimarkalı Kız’ (The Danish Girl) oldu. Dünyada ilk kez cinsiyet değiştirme ameliyatına cesaret eden ‘Lili Elbe’nin hayatından esinlenerek yazılan aynı adlı romandan sinemaya uyarlanan film, 1920’lerde geçiyor. Bir yandan o yıllarda Batı toplumlarında bile öteki olmanın ne derece zor olduğunu, diğer yandan tüm baskılara, acılara rağmen, gerçek kimliğini ortaya koymak uğruna verilen mücadeleyi anlatıyor.
Sinemasal anlamda filmle ilgili eleştiriler arasında son derece gerçek ve acıtan bir meselenin fazlasıyla romantik anlatıma kurban gidebileceği görüşüne kısmen katılıyorum. Orada ince bir sınır olduğunu düşünüyorum ama yine de Danimarkalı ressam Einar Wegener’in içindeki kadını keşfettikten sonra Lili Elbe’ye dönüşürken yaşadığı ruhsal iniş çıkışlar bana o karakterle duygusal bir empati kurma fırsatı veriyor. Hangi kimlikten olursa olsun, kendi içindeki gerçeği yaşamak için mücadele eden herkese saygı duymaya çağırıyor.
Einar Wegener - Lili Elbe karakterini oynayan Eddie Redmayne’in performansı içinse ancak ‘sözün bittiği yer’ diyebilirim. Belki Leonardo Di Caprio’nun dağlarda gösterdiği fiziksel performansla kıyaslanmayacak ama inceliğiyle, maharetiyle Eddie Redmayne sinema tarihine geçecek.