Dilimin ucunda Frank Zappa’nın “Bir biranız ve havayolu şirketiniz yoksa gerçek bir ülke olamazsınız. Bir futbol takımı ya da nükleer silah da yardımcı olur ama en azından bir biranız olmalı...” sözleri... Belçika’nın Brugges şehri sokaklarında farklı bir lezzet arayışındayım
Kendi memleketinde 45 yıldır en sevilen markalardan biri olmayı başarmış Efes Pilsen’in bir diğer milli gurur kaynağı olmuş markayla buluşmasına şahit olmak üzere Belçika-Brugge’daydım. Efes Pilsen, şemsiyesi altındaki marka çeşitliliği artırmak için şimdi de Belçika’yı mesken tutmuş. Bira kültüründen haberdar olanların hep beğeniyle andığı Belçika biralarının en meşhurlarından biri olan Duvel’i de bünyesine katmış.
Oturaklı bir marka, oturaklı bir bira
Ortaçağdan kalma binaları, her köşedeki çikolatacıları ve nefis lokantalarıyla her gezenin anlata anlata bitiremediği Brugges’ün şehir tarihi müzesinde Duvel’in buruk, is kokulu tadıyla buluşmamız gerçekleşiyor. İlk izlenim, arkadaşlarla boş ve hoş sohbetlere eşlik edecek hafif bir lezzet değil; kendi ritüelleri olan, oturaklı bir birayla karşı karşıya olduğumuz yönünde...
Kendi özel bardağı var
Markanın 140 yılı aşan geçmişi ve sırf tadının daha iyi çıkarılması için kendi özel bira bardağıyla sunuluyor olması, hepimize Duvel’in ‘bir diğer bira markası’ olmadığını hissettiriyor. Amerika Bira Üreticileri Derneği raporuna göre, şu an dünyada 40 bin çeşit bira varmış. Duvel, yüzde 8.5 gibi yüksek alkol oranı ve şişede ikinci fermentasyona uğrayan özel biralar arasında olmasıyla bizdeki türlü mahalle baskısına rağmen bira sevmekten, içmekten vazgeçmeyecekleri heyecanlandıracak bir ürüne benziyor. Bir de özel içim ritüeli var; şişenin dibine çöken kısmı biranıza ayrıca katarsanız daha da yoğun, gövdeli bir lezzetle karşılaşıyorsunuz. Bardakla ilgili detay -ki bu bardağı da Türkiye’de bulacaksınız-, lale şeklinde çalışılmış tasarım, köpük ve biranın daha iyi ayrışmasını sağlamak için düşünülmüş.
Yapay değil gerçek bir şehir
Bu arada Brugges’le ilgili yorumlara katılmamak da ne mümkün; Amsterdam’daki gibi yapay değil doğal kanalları, en yüksek teknolojik binayla 1600’lerden kalma evin aynı hatta pek âlâ sıralanabiliyor olması, burada yediğimiz hamur topaklarıyla alakası olmayan bir lezzet waffle, her köşe başındaki tea room’lar ve İstanbul’a göre ciddi soğuk bir hava... Vakit kısıtlı, hızlandırılmış bir turdan ötesine geçemeyerek dönüyorum Brugges’den. Aklımda da en çok neredeyse her mönüde kanguru etinin olması, şehrin meşhur lokantalarının aslında ‘biri’lerinin evleri içinde açılması, her şehirde birbirine benzeyen ‘shopping district’ kavramına inat, caddelerinin lokal markalarla doluluğu kalıyor...