03.11.2013 - 19:57 | Son Güncellenme:
Yazı: Ebru Çapa
bir reklam kampanyasında ‘Özgür Çocuk’ olarak Türkiye’nin tanıdığı biri olmasından dizi sektöründeki yerine kadar hayatındaki dönüm noktalarını GQ Türkiye okurlarıyla paylaştı
The Grand Tarabya Hotel’de, bir süit dairedeyiz. Çekimin ardından röportaj için oturma odasındaki kanepeye çöktüğümüzde Boğaz’ı farklı açılardan gören odada Yiğit Özşener, takıla takıla televizyon ekranının fantastik renk skalasına takılıyor. Dönüp bakıyorum. Saçma bir şey gerçekten. Sessizde olan yayının ekranında, çimenden misal, fosforlu yeşil fışkırıyor.
“Bu ne be?” diyorum. Televizyonun markasına bakıp, “Ha, anladım ben” diyor. Yayından değil, televizyonundanmış. Geçenlerde tüplü olanı artık hurdaya çıktığı için televizyon alması gerekmiş, sormuş soruşturmuş, bu markanın televizyonları böyle görüntü veriyormuş meğer. Kıvam, Teletubbies kıvamı: Sarılar daha sarı, pembeler daha fuşya... Algının kapılarını mı açıyor, insanın algı ayarlarıyla mı oynuyor; tartışılır.
Şanslı bir çocukluk
Yiğit Özşener, sadece meslek icabı değil, insan olarak da “algı” meselesine kafa yoran biri. Ve baktığını gören...
Onunla tanışıklığımız eskiye dayanıyor. İzmir, Karşıyaka, Cumhuriyet İlkokulu’na. Aynı sınıfta değildik, ikimiz de okulun basketbol takımındaydık. Annemin tabiriyle, “Avukat beyin oğlu”ydu. Aynı mahallede dolanmışlığımız, yakın arsalarda patırtı yapıp apartmanlardaki teyze-amcalardan fırça yemişliğimiz var.
“Şanslı bir çocukluk” olarak addediyor yaşadığını; bu aralar İzmir’e gidişlerini sıklaştırdığını, şehri yeniden keşfetmeye başladığını anlatıyor: “Şimdi o iki katlı ev yok. Her tarafı bahçe olan binanın birinci katında oturuyorduk. Sokakta, eğlenerek geçti çocukluğumuz; şanslıyız. Duvarın üstünde oturmak diye bir şey vardı. Salçalı ekmekle sokaklarda da koşturdum, binaların bilmem kaçıncı katından kuma da atladım, tahta kılıçla şövalyecilik de oynadım...
Bizim çocukluğumuzdaki İzmir gibi değil artık, biliyorsun. Benim bunu söylemem tabii çok garip. Bunu babam söylese, annem söylese, rahmetli oldular ama dedelerim söylese tamam da, benim demem çok tuhaf. Çok kısa sürede oldu değişiklik. Hızlı ve acımasız bir şekilde. Bizim hayatımız incir, erik ağaçlarının tepesinde geçti. Klişe mi klişe, banal mi banal ama önemli. İnsanın oluşumunda da. Şimdikiler gibi iPad’e doğmak kötü değil ama ağaca çıkmamak kötü ya...”
Mühendislikten sahneye
O çocukluğu yaşadığımız ilkokul yılları bittikten sonra, araya giren senelerin ardından karşılaşmamız bu kez gazeteci-oyuncu, röportör-süje hukuku çerçevesinde gerçekleşti.
Bundan 10 yıl önce, o bir telefon hattının memleket hadisesine dönüşen reklam kampanyasında “Özgür Çocuk” (Tevellüdü tutanlar, Özşener’le Nil Karaibrahimgil’in ülkenin dağında denizinde kovalamaca oynadığı kampanyayı net hatırlayacaktır) olarak Türkiye çapında tanınır olmuş, sonra bir süreliğine ortalıktan kaybolmuştu. Hande Ataizi’yle oynadığı “Estağfurullah Yokuşu” adlı bir diziye başlayacaktı. Cismi herkesçe biliniyordu ama ismi, “Özgür Çocuk”tan öte, kimliğinde yer aldığı şekliyle yeni yeni duyulacaktı.
Arada Tevfik Fikret’te ortaokulu, Anadolu Teknik’te liseyi, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği’ni bitirmiş, Koç’ta işletme dalında master yapmıştı.
Üniversitede girdiği tiyatro kulübünde zehir damarlarına zerk olmuş, bu işin eğitimini alabilmek için Stüdyo Oyuncuları Topluluğu’na katılmış, bir yandan bir elektronik şirketinde mesleğini icra etmiş, hatta arkadaşlarıyla bir şirket kurmuş, bir yandan kendini tiyatroya vermişti.
‘Özgür Çocuk’ dönemi
Tiyatro yaptığı yılların ardından, ülke çapında, majör bir reklam kampanyasıyla piyasaya bomba gibi düşme halini nasıl yaşamıştır peki?
“Reklam bambaşka bir şey. Bir anda onunla gündeme gelmeye başlıyorsun. ‘Ben Özgürüm’ kampanyasından sonra bir süre hiçbir şey yapmadım. Kurumsalda kendi mesleğimle uğraşıyor ve tiyatro yapıyordum. İş geliştirmede çalışıyordum bir elektronik firmasında. Reklamda oynadım, bir anda çok göz önüne çıktım. Yine alıştığım tempoda ilerliyordum çünkü çağrıldığım her işe reklamdan dolayı çağrılıyordum. İkna olmuyordum projelere. Televizyon için doğru olabilir ama ben o sırada sadece oyunculukla ilgili düşünüyordum, yine döndüm, tiyatro yaptım.”
Bırakınız yapsınlar, bırakınız oynasınlar
“Stüdyo (Oyuncuları Topluluğu), bana gerçekten yeni bir dünya açtı. Ben çok daha içine kapanık, çok daha asosyal, pek rahat hareket edemeyen bir tipken, orası ayarlarımla oynadı.
Onun için oyuncu olmak istesin istemesin, biri tiyatroya bulaşmak, kursa mursa gitmek istiyorsa, hemen diyorum. Bankacı da olsa gitsin. ‘Eyvah, bizim çocuk bu işlere heves etti, ileride mesleğini yapmazsa’ diyorlar mesela; ‘Bırakın’ diyorum, ileride mesleğini yapar ama şimdi gitsin. Geçsin o tezgahtan, o iyi bir şey. Orada bir etkileşim oluyor. Ben orada çok mutlu oldum. Dediğim gibi değişmeye de başladım.”
Yürümek marifet olalı beri
“Büyük şehir beni cezbediyor. Münzevi hayatı kesinlikle yaşayamam, kendimi tanıyorum. Ama biraz daha doğayla iç içe yaşamak istiyorum artık. Tam da anlatamıyorum ama gerçekten kuş cıvıltısı duyabildiğin, çok fazla kimin ne giydiğinin öneminin olmadığı, fiziksel de iş yapabileceğin, ‘günde şu kadar yürüyorum’ demenin marifet olmadığı bir hayat yaşamak istiyorum. Ben kendimi bildim bileli yürüyorum ama bu bana anormal gelmiyor.”
BRYAN Cranston Türkiye’de olsaydı
Şimdilerde dünyada sinemanın düşüşte, TV’nin yükselişte olmasından laflıyoruz.
Hakikaten, “Breaking Bad”in yıldızı Bryan Cranston, burada olsa, daha bitmeden TV klasikleri arasında sayılan bir diziyi beş sezon sırtlar, hayat da onu ödül manyağı yapar mıydı? “Geçende aynı şeyi bir arkadaşımla konuştum” deyip bir kahkaha patlatıyor: “Düşünsene evren nasıl bir şey: Adam Amerika’da doğuyor, ‘Breaking Bad’ diye bir iş yapılıyor ve bu adam oynuyor. Burada da doğmuş olabilirdi, en iyi ihtemalle bilmem kimin babasını oynardı. Neyse...”
Röportajın tamamı GQ Türkiye kasım sayısında.