Cem Sorguç: “Mimarlık nereden bakarsanız bakın emeğe ve zamana muhtaç bir iştir.”
Yirmi yılı aşkın süredir CM Mimarlık çatısı altında tasarladığı hemen her tipolojide ve ölçekteki yapıda kullanıcılarını sürprizlerle şaşırtan, farklı duygular yaşatan ve dönüştürülme kabiliyeti yüksek bir mekan anlayışı ortaya koyan Mimar Cem Sorguç ile konvansiyonel mimarlığın kıymetli taraflarını muhafaza ederek günceli üretme formüllerini, müziksever kimliğini ve edebiyattaki beslenme kaynaklarını konuştuk.
Yasemin Şener, Mimar
YASEMİN ŞENER Mimarlığınıza eşlik eden çok yönlü bir kişiliğiniz var, multi disipliner alanlarda üretim yapıyorsunuz. Bugün de mimar giysinizin dışında aynı zamanda müzik yazarlığı, DJ’lik, sergi tasarımcılığı, küratörlük gibi hem birbirinden çok farklı gibi görünen, hem de birbirini tamamladığı da söylenebilecek farklı şapkalarınız var. Farklı sahalardaki bu üretken tavrınız, çok yönlü ve meraklı kimliğiniz çocukluğunuza mı, yoksa Mimar Sinan Üniversitesi tedrisatına mı temelleniyor?
CEM SORGUÇ Muhtemelen her ikisi de etken. Bu meraklı kurcalama hali, bir şeyi yaparken onun alt tarafına bakma isteği biraz çocukluktan gelen bir şey. Çocuklar zaten meraklıdır; ben herhalde o merakı zaman içerisinde disipline ettim. Şöyle bir tehlikesi de var, bu durum insanı maymun iştahlı yapabilir. İnsan her şeyi merak edip, her şeyden zevk alıp, her şeye dokunan ama hiçbir şeyi tutamayan bir hale gelebilir. Ben de birçok şeye dokunup tutamıyor olabilirim. Ama öyle isem de açıkçası bundan hiç rahatsız olmadım. Hatta zaman geçtikçe o dokunma hali bazen iyi gelmeye başlıyor. Bu durum biraz da çocuklukta daha çok dışarıda olmak, sokakta yaşamakla ilgili. Benim akranlarımın çoğunun yabancısı olmadığı şekilde sokakta oynamak, kendi eğlenceni kendin bulmakla ilgili yani. Ben bunu “kendini eyleme kabiliyeti” olarak da adlandırıyorum; yani bir şeylerle meşgul olarak araçlarını ve zamanını kendi kendine organize edebildiğin bir çocukluk hali. Bazı fırsatlara çok kolay ulaşamadığım Anadolu şehirleri de bunda etkendir, sokak arkadaşlarım da, komşular da bunda etkendir veya evdeki hayatımız, meşgalelerimiz, evdeki üretim hali, yani annemin ördüğü kazaklar, diktiği pantolonlar veya babamın muhtelif kırtasiyelerle, kağıt, kalem, alet ve edevatla uğraşması gibi durumlar da etkendir.
YŞ Nasıl bir öğrencilik hayatınız oldu? Akademinin ruhu bir mimar adayı olarak sizi nasıl etkiledi?
CS Mimar Sinan Üniversitesi’ne girdiğim zaman bir nevi panayır yerine gelmiş gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Denizin kıyısında şahane bir okul. Heykel, resim gibi güzel sanatlar bölümleri ile mimarlığın bir arada olması dolayısıyla herkesin bir arada ve oraya buraya girip çıkıyor olması büyük zenginlikti. Bir sınıf mevhumundan çok bahsedilemez, öyle konvansiyonel bir eğitim sistemi gibi değil. Bu renkli ortamdan çok etkilendim tabii ama açıkçası her şeyi zamanında yetiştiren, çalışkan, öğretmenlerin etrafında dolaşan, kendini onlara kabul ettirmeye çalışan bir öğrenci de olmadım. Hatta okul zamanlarıma dönüp bakınca hocalarımın çoğu beni hatırlamakta güçlük çekerler. Başka meşgalelerim vardı; mimarlıktan çok akademinin diğer kollarında arkadaşlıklarım vardı, yıllarca da böyle oldu. Sadece bizim okuldan da değil, hukuktan, tıptan, başka üniversitelerden de arkadaşlarımın olmasının yıllarca çok faydasını gördüm. Çalışmak konusuna gelince, her ne kadar ısrarlı görünmesem de mimarlığı yapmayı seviyordum. Bir taraftan da hayatımı sürdürmek zorundaydım; ikisi bir arada olunca erkenden başladım çalışmaya.
YŞ 2000’de mimarlık ofisinizi açtınız. 20 yılı aşkın süredir hemen her yapı tipolojisinde ve her ölçekte proje üreten bir ofis haline geldiniz. Bu çeşitliliğin altında yatan da aynı merak duygusu muydu?
CS Evet, çoğu tipoloji ve programa bulaştık; birkaç tanesi hariç, çoğu tipolojiyi tasarladık, uyguladık, uygulamasına eşlik ettik. Mimarlıkta bir işi ortaya koymanın ilk adımının yöntem belirlemek olduğunu düşünüyorum. Herhangi bir küçük ölçekteki yapıyı, bir mobilyayı, bir kapı zilini veya büyük bir projeyi yapmanın belirgin bir yöntemi var. Mimarlık bunu disipline eden bir şey, tabii eğer isterseniz. Bence bütün büyüsü de orada zaten, bir işi senaryolaştırmakta ve bunu hayata geçirmekte yani. Fikri somut hale getirmekle ilgili iyi bir yöntem belirliyor mimarlık; dolayısıyla ne yapacağın ve nasıl yapacağınla ilgili sorulara cevap vermek de aslında teferruat haline geliyor. Her şey bu yöntem içinde çözülebiliyor. Yapma formüllerini bir şekilde angaje etme hali yani. Bir kanepeyi, bir sandalyeyi çatmak ile bir betonarme yapıyı kurmak arasında mantık olarak çok büyük uçurumlar yok. Dolayısıyla bazı fizik kuralları, malzeme bilgileri var. Program meselesi de tamamen insana bağlı ve teknolojiye dair bir şey. O da yapma halinin içerisinde bir yöntem geliştirmekle ilgili bir şey. Çok çeşitli tipolojilerde ve ölçeklerde çalışmaktan da çok memnunum, bir öğrenme süreci bir taraftan. Hani yazmanın öğrenmenin iyi bir yöntemi olduğuna dair bir kanı vardır ya -ki ben de inanırım buna- yaparak öğrenmek diye de bir şey var. İster müzik olsun ister mimarlık olsun... Yani mimarlık önce okulda öğrenilip sonra uygulanan bir şey değil; aksine mimarlık yapa yapa öğrenilen bir şey.
YŞ Bazı ofisler referanslarla gelen işler nedeniyle bazı tipolojilerde sıkışıp kalıyor ve bundan çoğunlukla da rahatsızlık duyduklarını söyleyip açılım yaratmakta çok zorlanabiliyorlar. Sizin portföyünüzde de konutların belirli bir ağırlığı var ama diğer türdeki yapılar da sayıca epey fazla. Siz o kısır döngüye nasıl düşmediniz ya da onu nasıl kırdınız?
CS Bu aslında biraz iştahlı olmak ve bir yerde tıkanıp kalmamak hikayesi. Örneğin, konut çalışırken işin daha ötesine de bakmak ve çerçevenin dışına çıkmak meselesi. Yakın zaman içinde uğraştığımız bir müze projesi vardı. Bulunduğu yer itibarıyla o projeyi şehre dokunmadan yaparsanız manasız bir şey olurdu. Yani yaparsınız yapmasına tabii de mümkünse aynı anda kentsel olarak da ona bakmanız gerekiyordu. Bakmaya başlayınca da bir anda kendinizi sorumlu hissedip bunun adresine gitmeye başlıyorsunuz, iş oradan da çoğalabiliyor. Bir de tabii çok konut yaptık, yapıyoruz ama bizim bir daire antolojimiz var da o albümler üzerinden üreterek aynı şeyleri yapıyor değiliz. Küçük veya büyük olsun, her proje bizim için sıfırdan başlıyor her anlamda. Belki de bu bizi sıkışmaktan kurtarıyor; çünkü her birine ayrı bir proje olarak bakıyoruz. Ele aldığımız her konut projesini ilk defa konut tasarlıyormuş gibi yapıyoruz. Dolayısıyla her biri kendi içinde çok farklılaşıyor. Bir süredir, “retrofit” diye de adlandırılan, vasıflı olsun olmasın eski ya da mevcut bir yapıyı güncelleme, onu gündelik hayata kazandırma, hatta kenti de bunun içerisine alarak çalıştığımız muhtelif projeler var. Bu tip işlerimizin son 3-4 senedir daha da yoğunlaştığını söyleyebilirim.
YŞ Ofiste projelerin her aşamasında bizzat etkili olabildiğiniz, ekibin de yeri geldiğinde projelerde farklı türde sorumluluklar alabildiği, esnek bir büro yapınız var. Çalışma modelinizi nasıl tarif edersiniz?
CS Konvansiyonel mimarlığın iyi taraflarını muhafaza etmeye çalışıyorum. Çünkü yapı yapıyoruz ve eskisi gibi yapıyoruz. Elbette teknolojik olarak üretim biçimleri değişse bile yapma biçiminde frapanlaşmak da komik olabiliyor. Dolayısıyla konvansiyonel mimarlıkta bazı kıymetli şeyler var. Eğitim itibarıyla da köklü bir okuldan çıktığım için mimarlık eğitimine de bakış açım böyle. Bu bakış açısı sizi güncel olmayan bir mimarlığı üretme kulvarına sürüklemiyor. Biraz daha işin detayına kadar üstünde olmayı tercih ediyorum, bu hep böyleydi. Dolayısıyla bundan hiç usanmıyorum ve hatta kenara koyup tekrar başlamaktan da hiçbir zaman gocunmuyorum. Bu ofis ekonomisi açısından her zaman iyi bir şey olmuyor tabii, huyum kurusun diyelim.
YŞ Müzik hayatınızın çok önemli bir parçası. 1996’dan 2009’a kadar Roll dergisinde muhabirlik, yazarlık yaptınız. Uzun yıllardır da Açık Radyo’da Ahtapot’un Bahçesi isimli müzik programını yürütüyorsunuz. Mimarlık ve müziğe ilişkin bu iki dünyanızın birbiriyle çakışmasından ne tür zenginlikler ortaya çıkıyor?
CS Müziğin inanılmaz hareket eden bir hali var. Epeydir düşündüğüm ve farkında olduğum bir şey bu benim. Özellikle son 3-5 senedir müziğin teknolojiye bağlı, popüler dünyaya bağlı, sosyal mecraya bağlı inanılmaz bir adaptasyonu ve değişikliği var. Yani şundan bahsediyorum; eğer müziğe kulak verirseniz belirli bir noktada dünyanın değişimini yakalıyorsunuz. Edebiyat ile kendi dünyanızda kalabilirsiniz, örneğin. Pek tabii ki müzikte de kalabilirsiniz ama müziğin çok rahat elinizden tutup dünyanızı değiştirme kabiliyeti var. Mimarlığın ise nereden baksak statik ve tutucu bir hali var. Yani teknolojinin kısıtladığı bazı şeyler var, tasarımın getirdiği şeyler var, ekonomi var, profiller var, kullanıcılar ve alışkanlıkları var. Müziğin nasıl ilerlediği, nasıl geliştiği, nasıl popüler olduğu ile mimarlığın kendi içerisindeki macerası birbirinden çok da uzak değil aslında. Özellikle müziğin icracıları konusunda hep böyle dönemsellikler vardır. Müzikte hala bir akım ve üslup olarak devam eden ve o formun içerisinde dünyayı başka türlü yorumlamanıza, temsil etmenize veya idrak etmenize neden olan birtakım açılımlar var. Sanat ve mimarlık da üsluplara çok meraklıdır. Bir süredir akımlar değil, sadece özneler üzerinden tarifler var mimarlıkta. Yani müziğin icrasıyla mimarlığın icrasının birbirine benzer yönleri olmakla beraber günden güne de birbirinden uzaklaştığı, koptuğu durumlar var. Ben mimarlığın günümüzde birazcık yalnız kaldığını düşünenlerdenim açıkçası. Geçenlerde yurtdışında profesyonel olarak çalışan bir arkadaşımla sohbet ediyorduk, mimar kendisi ama dolaylı bir mimarlık yapıyor. Dedi ki burada iş ilanlarında “architect” diye aradığınız zaman karşınıza bizim anladığımız anlamıyla mimar ilanları yerine teknoloji ve IT sektörüne ait ilanlar çıkıyor. Yani bizim o yere göğe sığdıramadığımız mimarlık mesleği artık fiilden kaynaklı durumunu da değiştirmiş durumda. Mimarlığın hep interdisipliner bir alan olduğu ve kendi içinde çoğaldığı söylenir ya, maalesef mimarlık artık kendi kabuğundan kaynaklı nedenlerle disiplinler arası yerde de farklı alanlarla füzyona giremiyor. Belki o füzyonun yaşanabilmesi için, o sert kabuğu henüz kimlik haline getirmeden önce daha eğitim aşamasındayken kırmaya ihtiyaç var.
YŞ Mimarlık da geleneksel üretim biçimlerini çok hızlı değiştiremiyor. Siz bunu neye bağlıyorsunuz? Bu da bir tür yalnızlık ve çağı geriden takip etmek gibi algılanabilir mi?
CS Evet, bu yaygın üretim tarzı dediğimiz formüller hakikaten çok zorluyor mimarlığı. Bunun sebeplerinden bir tanesi alışkanlık ise diğeri de ekonomi. Bir çatkı sistemi, yani çelik veya ahşap yapıyı betonarmeden daha pahalıya yapıyorsunuz. Halbuki ahşap yapı çok daha evvelde de vardı. Zaman içerisinde alışkanlıkları aşamıyoruz. Diğer taraftan kullanıcı ile mimar arasındaki aracı sektörlerin -yani gayrimenkul firmaları, müteahhitler falan- alışkanlıkları da buna engel oluyor. Şöyle bir gerçek de var ki biz mimarlar gelenekselden çıkalım derken genellikle formun tuzağına düşebiliyoruz. Yani “yeni çağdaş mimarlık” dediğimiz zaman aslında yapım teknolojisinden ve program genişliğinden çok biçimleşmelerden ve örgütlenmesini morfoloji üzerinden yürütmekten söz ediyoruz; bir kabuk imalatı, bir biçimler dünyası ve bunların birtakım geometrik durumları yani. Bunlara biçimsel veya üslupsal olarak bir itirazım yok, hiçbir şeyi reddetmiyorum ama maalesef yeni mimarlık forma bakıyor. Şimdi tabii teknoloji ve dünyanın geldiği kıtlık halinin önümüzdeki projeksiyonu mimarları epey zorlayacak. Belki bizim kuşağımız değil ama bir sonraki kuşak daha köklü bir değişime mecbur kalacak. Devrim dediğimiz şeyde bir günde oluyor zaten. Kim diyebilirdi ki pandemide iki sene boyunca insanlar evinde oturacak; iş başa gelince akşamdan sabaha dönüşüm gerçekleşebiliyor. Günümüzde yaygın mimarlığın teknolojisinin sadece malzeme ve biçimler üzerinden yürümesi çok da gönüllü olarak terk edilecek bir durum gibi görünmüyor. Bize sürekli yeni malzemelerin tarifi yapılıyor ama o malzemenin adaptasyonu ve kurgulanması eskisinden hiç de farklı değil. Sadece malzemenin üretim biçimi değişiyor veya daha ince, daha parlak, daha dayanıklı oluyor ama siz onu binaya aynı şekilde uyguluyorsunuz. Dolayısıyla biz kaplamalar dünyası içinde mimarlık yapıyoruz, hal böyle olunca da “yeni” kavramı ile “biçim” arasında ilişki kurulması da kaçınılmaz oluyor. Biçimi kabukla oluşturuyorsanız zaten sizin malzemeniz cidardır. Elbette haksızlık etmeyeyim, yapı teknolojisine, strüktürüne de değinen, bunları çözümüne kafa yoran, üstüne yazılan-çizilen bir sürü mimarlık da var. Yaygın konvansiyonel sistemin eleştirisi olarak sorduğun için bu şekilde cevap verdim.
YŞ Tasarladığınız mekanlarda özellikle de günlük yaşama en çok dokunan yapılar olan konutlarda kullanıcılarını şaşırtan, farklı duygular yaşatan, sürprizler sunan, zaman içinde kullanıcılarının yaşamına ayak uyduran veya dönüştürülme kabiliyeti yüksek olan bir anlayış var. Yapılarınız kullanıcıyla bu türden bir bağ kurmayı nasıl başarıyor?
CS Herhalde tasarlarken içinde dolaşıp yaşıyormuş gibi davranmakla ilgili bir şey bu. Hakikaten böyle bir hassasiyetimiz var. Hepimiz evlerde yaşıyoruz ama bu evlerde nasıl yaşandığı, nereden nereye gidileceği, neyin görüleceği, binaya girerken neyle karşılaşılmak istendiği gibi konuların asgari durumda karşılanması gerektiğini düşünüyorum. Bir evin öncelikle insanı rahatsız etmemesi gerekiyor, sonra diğer durumlar gelir. Tabii tekil bir ev üzerinde çalışıyorsanız talep üzerinden gidip birtakım şeyleri göze alabilirsiniz veya oradaki briefe bağlı olarak siz de risk alabilirsiniz. Ama kullanıcısını bilmediğiniz bir yerde risk almamak gerekir. Aslında biz genellikle kim olduğunu bilmediğimiz kullanıcılar için ev tasarlıyoruz. Kullanıcısını bildiğimiz evler zaten tekil, müstakil evler. Diğerinde ise hanede kaç kişinin yaşayacağını, kedi veya köpeğin olup olmayacağını, evde gece mi yoksa gündüz mü daha çok zaman geçirileceğini bilmediğimiz bir durum söz konusu. Dolayısıyla bunun da bildiğimiz birtakım asgari konfor şartları var ve sağlanması gerekiyor. Bunu yaparken de mekanik bir şekilde değil de bir tarafıyla kullanıcısını gıdıklayan, kendi içerisinde dönüştürülmeye imkan tanıyan, zarar vermeyecek şekilde ortak alanlara açık artikülasyonların olmasını da tercih ediyorum. Bir kısmını da şartlar ve arsa koşulları zorluyor. Genellikle çok kolay arsalarda proje yapan bir ekip olmadık, varsa da sayısı çok azdır.
YŞ Detaylar ofisinizde fazlasıyla mesai ayırdığınız ve çoğunlukla projelerinize ruh katan unsurlar. Size 2014 yılında Ulusal Mimarlık Ödülü’nü kazandıran NoXX Apartmanı projesinde cephede yer yer taşma yapacak şekilde dizilen, günün farklı saatlerinde çizgisel gölgeler yaratan, aynı zamanda da kuşlar için birer tünek alanı olarak da tasarlanan tuğla duvar gibi...
CS Detaylar aslında birazcık başımın belası. Çünkü genellikle sık sık aklımı çeliyor. Örneğin bugün detay ölçeğine o anda girilmemesi gereken bir noktada “Bunun detayı nasıl çözülür?” sorusuna takılıp birkaç saat harcadığımı fark ettim. Öte yandan da detayların yapının genel kurgusunu ve her şeyini etkilediğini düşünüyorum. Detay dediğimiz zaten insan gözünün ölçeğindeki şeyler. Yani detay daha göze dair bir unsur, ilk gözüken şey. Dolayısıyla siz hüneri de kabahati de detayda görüyorsunuz, üstelik bunu görmek için mimar olmanız da gerekmiyor. Yapıların büyüklüğünde daha kentsel yorumlar yapıyorsunuz. Herhalde çok sevdiğim için, çok büyük bir ölçek dahi olsa detay gelip bir yerde masaya kuruluyor. Detaylar üzerinden proje yapılır mı, elbette yapılır. Tasarımda bütünden detaya dönmek veya tam tersi gibi bir sıraya inanmıyorum ben. Detay ve bütün, eşzamanlı çalışılabilecek ölçekler diye düşünüyorum.
YŞ Konut üzerine ciddi bir literatür araştırması yaptığınız Vitra Çağdaş Mimarlık Dizisi sergilerinden “Geç Olmadan Eve Dön” başlıklı serginin de küratörüydünüz. Bu sergide mimarlığı bir miktar dışarıda bırakarak konutun sadece mimariyle açıklanamayan bir alan olduğunu vurgulayan bir yaklaşımınız vardı. Konuta bakış açınız hala bu şekilde mi?
CS Konut yaşanan bir hücre ve mahrem. Konutun mahremle büyütülen hali benim hep ilgimi çekmiştir. O mahremiyet meselesini ben ilk edebiyatla tanıdım. Çünkü siz bir evin mahremine anca edebi anlatıyla girersiniz. Türkiye’de özellikle hep öyle olmuştur. İnsanın hatıralarının adresi büyük çoğunlukla ev olduğu için sergide de bu mahremiyete, çocukluğa ve anılara yer vermiştik. Eski yaşantıların fotoğraflarına yer verdiğimiz bir duvar vardı örneğin. Dolayısıyla konut hiçbir zaman sadece mimarlığa ait olmadı; insanlığa ve hayata dair oldu. Serginin üzerinden epey zaman geçti, onun üzerine bir de pandemi yaşadık hala da yaşamaya devam ediyoruz. Pandemi sürecinde bu ev mevhumu tekrar başka türlü bir şekilde aklımızı meşgul etmeye başladı.
YŞ Pandemi sürecinin başlarında Nevzat Sayın’ın öncülüğünde sizin ve pek çok değerli mimarın katılımcılarla birlikte konut üzerine düşündüğü ve ürettiği bir atölye çalışması oldu: Evin Halleri. Sizin yürütücülüğünü yaptığınız atölye ilhamını, İlhan Berk’in metaforlar ile evin parçalarını/ hallerini çözümlemeye çalıştığı “Şeyler Kitabı: Ev” den alıyordu. Bu kitabı kılavuz olarak seçmenizin nedenleri nelerdi?
CS İlk kez mimarlık öğrencisiyken okumuştum o kitabı. İlhan Berk kitapta evi kapı, pencere vs diye bileşenlerine ayırır. Onları ayırırken hem mekaniktir hem de inanılmaz bir dizgisi vardır. Bir yandan bunları ayırırken diğer taraftan da şehir ve mimarlık ilişkisi anlamında sözlerin bir çatkısı olarak kullanır. Dolayısıyla çok üst ve enteresan bir bakış açısına sahiptir. Özellikle de pandemi ortamında bulunduğumuz durumun radikalliği nedeniyle, mimarlığın ve konut yaşamı halinin inandığımız, bildiklerimiz ya da bize öğretilenler üzerinden değil de başka araçlarla daha iyi anlaşılabileceğini düşündüğüm için Berk’i seçtim. Öğrencilerle ve mezunlarla çalıştığımız bir atölyeydi, onlarda nasıl bir tahayyülü olacak diye merak ettiğim bir durumdu. Sonuçta ortaya çok iyi ürünler çıktı.
YŞ Bir sohbetinizde mimarlığınızın en önemli beslenme kaynaklarından birinin de edebiyat olduğunu, özellikle de şiir ile mimarlık arasında güçlü benzerlikler hissettiğinizi okumuştum. Edebiyat ve şiir sizi ve mimarlığınızı nasıl etkiliyor?
CS Edebiyat beni mimarlıktan kaçırıyor aslında, yani ayartıyor, aklımı çeliyor. Bu iyi bir şey çünkü bir işi yaparken -bu mimarlık da olabilir başka bir şey de- konsantrasyon bir noktada dağıldıktan sonra tıkanma durumunuz da ortadan kalkıyor. Yani edebiyatın bir sürü kolu -bu deneme de olabilir, roman da olabilir, şiir de- beni hem dünyadan hem de mimarlıktan birazcık uzaklaştırıyor; o yüzden seviyorum. Ama bu benim için hep böyleydi. Mimarlık okumadan önce de biraz her şeyden uzaklaşma konusuydu edebiyat benim için. Dolayısıyla onun bir uzantısı hala devam ediyor.
YŞ Edebiyatın içindeki mimarlık özellikle son zamanlarda akademilerde sıklıkla araştırma konusu oluyor, çeşitli kurumlar tarafından mimari yazı yarışmaları düzenleniyor. İyi bir mimarın aynı zamanda iyi bir yazar olması onun meslek yaşamına neler katıyor?
CS Aslında içinde illa ki doğrudan mimarlık aramaya gerek yok; Alice Harikalar Diyarında da bile bence çok iyi bir mekan tarifi bulunuyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü yakın zamanda tekrar okumayı düşünüyorum. Tanpınar’ın çok iyi bir romanıdır, özellikle de mekanla ilişkisi anlamda. Victor Hugo’nun “Notre Dame’ın Kamburu, Julio Cortazar’ın dil ile adeta deneysel bir mekan ortaya koyduğu “Seksek”, Sait Faik’in öyküleri ve George Perec külliyen aklıma ilk elden düşenler. Soyutlamalar da mimarlığa çok uzak değil, özellikle felsefe yeni jenerasyon için çok yararlı olur. Dolayısıyla sadece edebiyata sıkıştırmamak lazım.
YŞ 2010’ların başından itibaren Mimar Sinan başta olmak üzere çeşitli mimarlık okullarında eğitimci olarak, stüdyo yürütücüsü veya jüri olarak yer alıyorsunuz. Kendi öğrencilik yıllarınızdan günümüze mimarlık eğitiminde ne tür değişimler gözlemliyorsunuz?
CS Yıllar içinde mimarlığı yapma biçimi değişti, kullanılan araçlar değişti ve temsil değişti. Temsil ve araçlar değişince bir sürü şey değişiyor zaten. En büyük mesele şu ki, araçları ve yöntemleri değişen bir mesleğin eğitimini geri çekilip yeniden sorgulamak gerekiyor. Mimarlık yapma biçimi ve bunun projeksiyonuna dair, kendi disiplini ve ahlakına dönük başka bir şeylerin yazılması ve kurgulanması gerekiyor. Tabii bir alıntılar dünyasında yaşadığımız için -sadece mimarlığı ait de değil bu durum- bu alıntılar dünyası birtakım kolajlardan oluşan bir eğitim haline gelmeye başlıyor. Öte yandan, mimarlık okuduğumuz yıllarda asgari bir mimarlık eğitimini içselleştirmeye çalışıyorduk. Yani doğru düzgün bir kapısıbacası olan, teknik ve mantık hatasına düşmediğimiz bir yapı yapmakla ilgiliydik. Bunun iyi öğrenilmesi önemliydi ve bunun yorumlanması ise bir sonraki aşamaya bırakılmalıydı. Mimarlık okullarında 4-5 sene boyunca asgari bir eğitim alıyorsunuz ve ondan sonra aldığınız eğitimi yorumlayacak hale gelebiliyorsunuz. Günümüzde ise şunu gözlemliyorum: Daha iki ay önce mimarlık eğitimine başlamış bir öğrenci kendine dair bir üslup oluşturmaya çalışıyor; buna bir tür yırtma güdüsü de denebilir. Bizde eğitimi tamamlayıp ondan sonra yolumuza bakma gibi bir durum vardı ama şimdi öyle olmadığımı fark ediyorum. Eğitimden sonra mimarlık ehliyeti almış olmanız her şeyi bilmeniz anlamına gelmiyor. Daha önce de söylediğim gibi mimarlık aslında yaparken öğreniliyor. Örneğin, müzikte avangart müzik ile acemi müziği ayrıştırmak bazıları için bir mesele olabilir. 80 yaşındaki avangart bir gitaristin tellere basma şekli ve onu kullanma hali bazılarına 6 yaşındaki çocuğun gitara yeni başladığı hal gibi gelebilir. Resmin soyutlaması da böyledir. Picasso’nun çizimlerinin altında bir ömürlük tecrübe, çuvallarca kağıt yığını ve parçalanmış parmaklar vardır. Mimarlık da nereden bakarsanız bakın emeğe ve zamana muhtaç bir iştir.