Begüm Yazgan & Kerem Yazgan: “İyi proje yapmak esas fikrimiz ve onu bilgi bazlı yapabilmenin peşindeyiz.”
Yaratıcılığın parçanın kendisini değil, parçaları bir arada tutan ilişkileri tasarlamak olduğuna inanan Yazgan Tasarım Mimarlık kurucuları Begüm ve Kerem Yazgan ile akademide uzun yıllar yaptıkları araştırmalarla elde ettikleri teorik altyapıyı mesleki pratikle birleştirerek geliştirdikleri “esnek tasarım sistemini” ve bu anlayışla biçimlendirdikleri projelerini konuştuk.
Yasemin Şener, Mimar
Mimarlık mesleğine nasıl yöneldiğinizden başlayabiliriz. Bu mesleği seçmeye nasıl karar verdiniz?
BEGÜM YAZGAN Mimarlık mesleğiyle TED Ankara Koleji’nde okurken tanıtım günleri sayesinde tanıştım. ODTÜ’den mimarlar gelmişti, onları dinlemiştim. Hocalardan biri “Mimarlık bir hayat felsefesidir, mesleği pratik olarak yapmasanız da ne iş yaparsanız yapın mimarlık eğitimi size bir bakış açısı, vizyon kazandırır. O bakış açısıyla ister bir bar işletirsiniz, isterseniz ticaret yaparsınız. Ama mimarlık eğitiminin kazandırdığı bakış açısıyla bambaşka bir bar işletir, bambaşka bir ticaret yaparsınız” demişti. Bu sözler beni çok etkilemişti. Mimarlığı seçmeye de böyle karar verdim.
KEREM YAZGAN Benim ailem gazeteciydi ve sanatla çok ilişkililerdi. Ankara’da bazı sergiler düzenliyorlardı. Evimizde sürekli sanat konuşulur, sanatçılar ağırlanırdı. Herhalde onlardan etkilendim diye düşünüyorum. İyi de resim yapardım. Bunun haricinde ailemde ya da çevremde mimarlıkla ilgili hiç kimse yoktu.
YŞ Nasıl bir eğitim hayatınız oldu? Etkilendiğiniz hocalarınız kimlerdi?
BY Lisans eğitimimi İTÜ’de aldıktan sonra yüksek lisans ve doktorayı ODTÜ’de tamamladım. İki okul felsefe olarak birbirinden çok farklıydı. Mesela İTÜ’de kürsüler vardır; mimarlık tarihi, yapı bilimleri, yapım yönetimi ve bina bilgisi gibi. Her ders eşit ağırlıklıydı, tüm derslerden eşit olarak sorumluyduk yani. Örneğin ODTÜ'de proje dersleri çok önemliydi, diğer dersler o kadar ön planda değil gibiydi. İTÜ'de çok duayen hocalar vardı, o hocaların derslerine katılmak zorundaydınız. Belirli bir literatürden çok hocaların kendisi önemliydi. ODTÜ bana literatür takibini öğretti; öğrenmek için kendi çabalarımın önemli olduğunu, kitap okumayı ODTÜ’de öğrendim. İTÜ'de ise öğretmenden öğrenmek çok önemliydi, hocaların anlattıkları senin için hayatta bir yol göstericiydi. ODTÜ'de senin yapabildiklerinin kendi hayatını şekillendirdiği bir anlayış hakimdi. Bu iki farklı okul anlayışında eğitim almış olmak benim için çok iyi oldu. Bir de ben Ankaralıyım, bana çok iyi gelmişti İstanbul. KY ODTÜ Mimarlık’ta Bauhaus geleneğine dayanan bir anlayış hakimdi, şimdi biraz daha dijitalize olmaya çalışıyorlar. Ancak hala daha kuramsal ağırlıklı bir eğitim veriliyor. Bence bunun önemli artıları var, tasarım kuramlarını sonradan öğrenmek biraz daha zor oluyor. Yine de teknik taraflar da biraz daha beslenebilir. Bunu okuldan çıktıktan sonra görüyorsunuz. Ben de okula girdiğimde tam bir şok yaşamıştım. O güne kadarki hayatımla okuldaki hayat arasında tamamen bir uçurum vardı. İlk dönem o uçurumu kapatmak çok zor gelmişti. Baktım böyle olmayacak, anlamıyorum bazı şeyleri, bir şeyler yapmam lazım diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çünkü okulda çok kemikleşmiş bazı bakış açıları sorgulanıyor ve bambaşka bir vizyonla görmemiz isteniyordu. Mesela beyaz güvercin barışı simgeler diye evrensel bir kavram vardır; güvercin barışı simgelemez, güvercin güvercindir, deniyordu. Her şeyi sorgulayıcı taraftan başlayınca biraz zor başladı ama sonra tıpkı Orhan Pamuk’taki gibi bir kitap okudum ve hayatım değişti. Birinci sınıfın ilk döneminin sonunda kütüphanede bulduğum “The Psychology of Building” bir mimarın dikdörtgen evini nasıl değiştirdiğini adım adım anlatıyordu. Aradaki duvarları kaldırıp lineer bir mekan elde etmeyi, mekansal derinliği, mekanda katmanlaşmayı anlatıyordu. O kitapla “mekan” oluşturmanın ve “mekan” üzerine düşünmenin hayatta uğraşılacak keyifli bir iş olacağına karar vermiştim. O kitapta mimarlığın çok net ve anlaşılabilir bir tarafı olduğunu gördüm ve sonra işin rengi değişti. Ondan sonra özellikle tasarım tarafını çok sevdim ve ağırlıklı bir şekilde önem verdim, kütüphaneden hiç çıkmadım, çok çalıştım. Ama bir yandan da çok eğlendik. ODTÜ kampüsüyle hakikaten müthiş bir okuldur, sosyal anlamda da öyledir, binanın kendisi de çok özeldir. Ayrıca yurt dışı ilişkileri açısından, İngilizce eğitim açısından çok şey katar. Bütün uluslararası mimarlık dergilerini kütüphanede okuyabilirdik. Dolayısıyla iyi bir eğitim aldığımızı düşünüyorum o dönem için. Fakat eksik yanları da vardı, sonradan anlıyorsunuz. Mezun olunca bir şok yaşıyorsunuz. Okulu bir sene uzattım ve o arada yarışmalara çok merak sarmaya başladım. Hatta ikinci sınıfta Gazeteciler Derneği’nin düzenlediği bir yarışmada birinci oldum onun da motivasyonuyla yarışmalarla devam ettim. ODTÜ’deki eğitim biraz daha mekansal bir kuramsallık içeriyordu ve mekan tasarımı konusunda ileri bir eğitim veriliyordu. Ondan sonra kitap okumayı, araştırmayı yüksek lisansta öğreniyorsunuz. Aklıma takılan soruların peşine Ali Cengizkan hocamın da yönlendirmeleriyle yüksek lisansta düştüm, mekanın olayla ilişkisi üzerinden araştırmalarıma devam ettim. Sonra oradaki soruları da doktorada araştırmaya devam ettim. Evet uzun bir eğitim hayatı oldu ama okul, yarışmalar ve çalışma hayatı hep beraber gitti. Sonra da uzun süre yarı zamanlı hocalık yaptım. Hala üniversitelere gidiyoruz; sunumlar yapmaya, bilgiyi paylaşmaya devam ediyoruz.
YŞ Mezun olduktan sonra kariyer yolculuklarınız nasıl ilerledi? Nasıl bir araya geldiniz? Yazgan Mimarlık Tasarım nasıl kuruldu?
BY İstanbul çok imkanı olan bir yer olduğu için öğrenciyken hem çalışıp hem okudum. Sonra akademisyen olmak istedim. Ankara’ya dönünce bir süre özel sektörde çalışıp ardından ODTÜ’de akademisyenliğe başvurdum. O sırada mastır yapıyordum. Devamında 10 sene akademisyenlik yaptım. Yazgan Mimarlık’ı eşimle birlikte 2003 yılında kurduk. KY Üniversite yıllarında yarışmalarda yüksek bir ivmemiz vardı. 5. mansiyon, 3. mansiyon, 1. mansiyon gibi yukarıya doğru sıralanan derecelerden sonra o dönem Mehmet Kütükçüoğlu’yla tanıştım. Mehmet ile beraber “İstanbul’da bir günlük yolculuk: Surdibi” isminde bir grafik hazırladık. İstanbul’da surdibini bakış açımız yapıp bir günlük yaya bir seyahatin kaydını zaman-mekan grafiğinde derleyip sunduk. Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri’nde Grafik Dalı’nda birincilik ödülü aldık. Sonra Bandırma Kent Merkezi yarışmasına girdik ve birinci olduk. Projeyi gerçekleştirmek üzere birlikte Ankara’da Teğet Mimarlık’ı kurduk. Daha sonra babamı kaybettim, onun getirdiği birtakım sıkıntılar oldu hayatımızda. 2000’deki ekonomik kriz bizi ofis olarak etkiledi ve ben ayrılmak zorunda hissettim kendimi; onlar Ertuğ Uçar ile kendi yollarına devam ettiler. Sonrasında okula döndüm. 2000-2003 yılları arasında da Begüm’le evden yarışmalara katıldık. Yani tekrar yarışmayla geri döndük aslında. O ara Begüm Japonya’ya gidip doktora için 6 ay kalmıştı. O iki yarışmadan mansiyon ödülleri aldık, sonra ofis açmaya karar verdik. Yazgan Mimarlık böyle kuruldu.
YŞ Her ikiniz de mimarlık pratiği ile beraber akademik ilerleyişlerinizi de sürdürdünüz. Genellikle mimarlığın pratik hayatına daldıktan sonra doktora sürecine girmek ve bitirebilmek zor olduğu için yaygın bir durum değildir mimarlar arasında. Sizin motivasyonlarınız neydi? Akademik hayata bu bağlılığınızın nedenleri nelerdi?
BY Akademisyenliği tamamen duygusal nedenlerle tercih ettim. Kriz oldu Türkiye’de, çok iş gelmiyordu. Annem ve babam da senin geleceğin ne olacak diye soruyorlardı. Ben de o sırada master yapıyordum, başvurayım dedim. Mülakata gittim, sağımda ve solumda ODTÜ Mimarlık’ın birincisi ve ikincisi oturuyor. Görüşmeden sonra hiç umudum yoktu. Bölüm birincisi başvurmuş beni mi alacaklar, herhalde olmaz diye dönüp çalışmaya başladım. Üç ay sonra okuldan beni çağırdılar kabul alanlardan biri vazgeçmiş, diğeri yurtdışına gitmiş. İTÜ’den sonra ODTÜ’de bayağı zorluk çektim, çünkü iki okul birbirinden çok farklıydı. İTÜ senin neler yapabildiğinle değil, ne kadar söz dinlediğinle, başkasını nasıl takip ettiğinle daha çok ilgiliydi. ODTÜ’de literatür taraması ile ilgili eksiklerimi fark ettim. Eksiklerimi kapatmak için doktoraya sonuna kadar devam etme kararı verdim. ODTÜ beni çok süründürdü, ama sonunda iyi oldu. KY Begüm çok mütevazidir, böyle şeyleri söylemez, ben söyleyeyim. Doktora tezi ile ODTÜ’de Yılın En İyi Tez Ödülü’nü almaya hak kazanarak bu ödülü 30 yıldan sonra mimarlık bölümüne getiren kişi olmuştur. Benim akademiye yönelmem ise şöyle oldu: Lisans eğitiminde birtakım eksikler hissediyorsunuz, bu mesleği her şeyiyle biliyorum diye mezun olamıyorsunuz. Mesleğe merak saldım, sonra yüksek lisansta eksiklerin peşine düştüm. Ali Cengizkan’ın da yönlendirmeleriyle diğer disiplinlerden kitaplar okumaya başladım. İnşa edilmiş mekandaki olaylar, mekanın nasıl dönüştüğü, dönüşemediği, programla ilişkisi veya bir çizgiyle yaşantı arasındaki kopukluk, o arayı dolduran zamanlar, kişiler, etkiler, bunlar mastırın konusuydu. Yani inşa edilmiş mekanın analizi diyebilirim. Doktorada da tasarımdaki mekanın analizi üzerine yoğunlaştım ve birbirini tamamlamış oldu. Bu arada da Begüm’le “Bu iş sadece kuramla götürülecek bir iş değil” diye düşünüyorduk. Çünkü çok muğlak konuşan mimarlar var; daha net, daha berrak konuşan çok az sayıda mimar var. Bu meslek daha net aslında. Tamam sanat ama bir parça da mühendislik. Daha anlatılabilir ve anlaşılabilir bir yanı var aslında. O yüzden bütün o kuramsal merakın peşine düşmüşken bir yandan da üretmek zorunda olduğumuzu düşünüyorduk. Yani yapı yapmadan akademisyenlik veya kuram o kadar anlamlı gelmiyordu bize. O yüzden paralel götürmek zorunda hissediyorduk. Bir şekilde hem oraya daldık hem buraya, biraz da uzatarak ikisini birden sürdürdük. Bunun şu anda bambaşka etkilerini görüyoruz; hala üçüncü, dördüncü doktorayı yapar gibi hissediyorum kendimi. Bir yandan bir sürü yapı yapıyoruz, projelendiriyoruz, yarışmalara giriyoruz ama hala yeni meraklar peşinde araştırmalar yapıyoruz. Yazsak her biri birer doktora tezi gibi aslında. Bu yönden çok etkisi oldu; teori ve pratiği beraber götürüyoruz.
YŞ Kerem Bey sizin doktorada “dizaynografi” diye de adlandırdığınız “tasarım eyleminin tasarımı” üzerine, Begüm Hanım sizin de ödüllü doktora tezindeki “ekolojide sistemci yaklaşımlar” üzerine üretmiş olduğunuz çok değerli fikirleriniz var. Ve bu fikirleri halihazırda Yazgan Mimarlık çatısı altında yürüttüğünüz projelerde de uyguluyorsunuz. Bu fikirler pratik hayatta nasıl karşılık buluyor?
BY Kerem’in doktora tezi konusu bir koreograf gibi tasarım eylemlerini organize edip onları sistematik bir çerçeveyle sunmak. Dizaynografi, koreografi+design gibi bir şey. Benim doktora tezimin konusu da ekolojideki sistemci yaklaşım. Böyle bir bilim felsefesi var, daha doğrusu ekoloji bilimi bunun üzerine kurulu. Ben onun tarihi ile mimarlıktaki karşılığını incelemiştim. Bir bütünü oluşturan elementlerin termodinamik yasalar çerçevesinde birbirleriyle bir sistemde var olmaları gibiydi. Kerem’le tasarladığımız projelerin arka felsefesini oluşturduk, bu da yıllar içinde oldu. Hani oturup felsefe oluşturalım gibi değil de ikimizin de çalışmaları belirli bir yere doğru gitti. Tasarımı oluşturan elemanları bir bütün olarak düşünüyor; tasarım eylemlerini, tasarımı etkileyen aktörleri, parçaları ve bunların ilişki biçimini tanımlayarak projelerde sabit bir ilişki sistemi yaratmaya çalışıyor ve değişkenlerin oluşmasına izin veriyoruz. Bu da bizim tezlerimizin ve daha önce yaptığımız çalışmaların zaman içinde evrilmesiyle oluşmuş bir fikir aslında. KY Doktoradan beri ofisteki üretimimiz tasarım sürecinde geliştirdiğimiz esnek sistem tasarımları üzerine kurulu. Mimarlıkta Dizaynografi ise bu tasarımların ve mimari üretme biçimlerinin içsel yapılarına ve problemlerine ve bu problemlere verilen cevaplara dair bilginin araştırma alanı. Sonuçtan önce üretim biçiminin, üretim mantığının tasarlanması veya kurgulanması, oluşturulması, düşünülmesi. Üretim biçiminizi ve ilişkilerin tasarımını yapmak sizi zaten birtakım yönlere doğru götürüp sonuca vardırıyor. Diğer yandan Bernard Tschumi’nin “mimarlığın paradoksu” diye tarif ettiği bir şey var: Mekan, tasarlama veya çizme anında oluşmuyor; yani hayatın kendisi ile çizim veya düşünce arasında bir süreç var. O boşluğu nasıl şekillendireceğiniz, “tasarımın tasarımı” dediğimiz şeyle ilgili. Bu fikrin peşine düştükçe şunu gördük: İyi mimarlar mimarlık tarihinde hep bu ilişki tasarımına odaklanmışlar. Bunu da esnek sistem tasarımı olarak tekrarlanabilir bazı fikirlerle beraber getirmişler. İlla mimar elinden çıkmasa bile mimari tipolojide yer alan mesela avlu fikri, avluyu oluşturma kurgusu, kendi içindeki esnekliği, çok büyük avludan minicik bir avluya kadar çeşitliliği ve onu tarifleyen elemanlar diye baktığınız zaman dünyanın her tarafında, farklı coğrafyalarda, her türlü medeniyette bu fikir kullanılmış. Dolayısıyla orada belli ki bir tekrar var, bir sistem ve esneklik var, bir düşünce var altında. Sadece mekan olarak değil, her konuda düşünebilirsiniz bunu. Örneğin, Gaudi’nin eserlerini önceden daha organik ve mimarın eline bağlı ürünler olarak görüyorduk. Sonra Barselona’ya gittiğimizde gördük ki Casa Mila’yı 5 tane yapısal elemanla hayata geçirmiş: İki büyük ve iki küçük avlu, taşıyıcı ana merdivenler, tonozlar, tonozları bağlayan kirişler ve dış ve iç avluda dalga hareketi yapan cephe elemanı. O özgürlüğü kazandıktan sonra isterseniz cepheyi dalgalı yapın, isterseniz bölün, isterseniz dümdüz yapın fark etmiyor. Casa Mila zaten esnek sistem tasarımına varmış. Begüm Ankara’ya 30 milyon ağaç dikilmesine önayak olan Türkiye’nin Aga Han ödüllü tek peyzaj mimarı rahmetli Alaaddin Egemen’in 9 yıl asistanlığını yapmıştı. Dolayısıyla Begüm tarafında peyzajla ilgili bir bilgi birikimimiz vardı. Bu birikimle peyzaj projeleri de yapmaya başladık. Daha sonra bu sistemci ekoloji, peyzaj bilgisi ve bizim bu esnek sistem tasarımını son yıllarda bir arada düşünmeye başladık. Çok daha ilginç bir yere evrildi ve orada da gördük ki doğada da bu esnek sistem tasarımları var. Yani bir bitkinin arıya kendini açmasındaki ilişki biçimi aslında bitkinin şeklinden daha önemli. Bitkinin etrafıyla kurduğu ilişkiyi yapının da etrafıyla henüz nasıl kuramadığını ama kurması gerektiğini görmeye başladık. Bu tasarım evreninin tasarımı yani dizaynografi şu anda bize göre biraz daha sofistike bir ar-ge’ye dönüştü. Tezlerdeki bu fikirler tezde kalmadı, projelerimizde kullanıyoruz ve kendi içinde evriliyor. Son yıllarda tasarladığımız ofisten konuta, hastaneden spor tesisine ve hatta endüstri yapısına 9 değişik fonksiyondaki yapıyı iç bahçeleri kullanarak projelendirdik. Hatta bir mottomuz var “Duvarlar yerine iç bahçeler” diye. Bahçenin kendisi duvarlar yerine mekanları organize ediyor. Burada esnek sistem tasarım fikrini kullanıyoruz; çünkü bahçe büyüyüp küçülebiliyor, şekil değiştirebiliyor ve oradaki ilişkiye odaklanmış durumdayız. Ankara’da son dönemlerde yaptığımız Havacılık ve Uzay OSB binası var mesela, 3 tane uluslararası ödül aldık. 9.000 metrekarelik ofisin mekanları bahçelerle kurgulanıp çevreleniyor. Sanki bir bahçe dünyası gibi ama orası bir ofis binası. Mesela Merkez Ankara projesi var onun satış ofisi keza öyle, şu anda yaptığımız uluslararası bir ofis projesi var orada iç bahçeler kullanıyoruz. Konutta modüler evlerle uğraşıyoruz. Fethiye’de bir projemiz var, giriyorsunuz sizi portmanto değil iç bahçe karşılıyor. Konsantre bir bakış açısıyla o bahçenin mekan ve yapıyla olan ilişkisine biraz daha bilim insanı gibi odaklanmış durumdayız.
YŞ Konu iç bahçelere ve ekolojiye gelmişken projelerinizde sürdürülebilirliği ve çevresel değerleri konumlandırmada kullandığınız diğer yöntemlerden de söz edebilir misiniz?
BY Sürdürülebilirliğin iki ana parametresi var: Bir tanesi, sosyal sürdürülebilirliği sağlamak. Yani çevre bilincini aşılamak için insanları eğitimle bir araya getirmek. Toplum bilincinin olması çok önemli; bunu da düzgün bir eğitimle sağlayabiliriz. İkincisi de teknolojik imkanların kullanılması. Teknolojik birtakım enstrümanlar var binaya entegre edilen. Pasif iklimlendirme ile birlikte cepheye entegre edilen fotovoltaik paneller gibi çeşitli mekanik sistemlerin birlikte çalışması da söz konusu oluyor. KY Bugüne kadar yaptığımız projelerden 6-7 tanesiyle LEED, BREAM sertifikaları aldık. Yani dünyanın bu tarafını takip edip, kullanıyoruz. Onun dışında son dönemde yaptığımız bir endüstri yapısı var; sıfır karbon bir yapı hayata geçiriyoruz. İç bahçeler ve pasif enerji sistemlerinin ötesinde bir sürdürülebilirlik arayışımız var o projede. Özellikle bu iç bahçe kullanımlarıyla beraber bitkilerin yapıya etkisinin peşine düştüğümüz zaman yeşil mimari kavramı daha spesifik hale gelmeye başladı bizde. Ağaç değil de hangi ağacın binaya, canlılara, toprağa etkisi, suyla ilişkisi nasıldır, deyip sürdürülebilirliği LEED limitinde ele almanın ötesine geçtiğimiz ve biraz daha çevrenin kendisine odaklandığımız bir sürece girdik. Bu konuya odaklanıp, bu tarz araştırmalar yapmaya başladığınız zaman zaten LEED gibi sertifika sistemleri birer hesap makinesine dönüşmeye başlıyorlar. Biz sürdürülebilirliği başka bir yöne çekme arayışındayız.
YŞ Biraz ofis yapınızdan söz etsek; epey geniş bir ekibiniz var. Nasıl bir ofis organizasyonunuz var? Projelerinizi ele alırken nasıl bir sistemle hareket ediyorsunuz? Tasarım sürecinin içinde yer almaya ne kadar zaman bulabiliyorsunuz?
BY Esnek sistem tasarımı, hep beraber workshop olarak da çalışabilmemizi sağlayan bir sistem. Bir proje geldiği zaman onu hangi grup ele alacaksa beraber bir atölye yapıyoruz. Başta girdileri toplayıp ne yapılabilir diye bakıyoruz. Mimar oturup çiziyor, yanında çalışanlar onun elinden çıkanı alıp geliştiriyorlar gibi bir yaklaşım yok bizde. Önce ortaya bir düşünce koyuyoruz, ardından hepimiz o düşüncenin içinde hareket edebiliyoruz. Beraber çalışmaya çok uygun bir yaklaşım. Ekolojiden bahsederken de söylemiştim, bir problemi çözmek istiyorsak hep beraber hareket etmek zorundayız. Ekosistemde de durum böyledir, her şey birlikte çalışır. Bir mekanı çözmek, yaşatmak için de birlikte çalışmak zorundasın; yani herkese kendi çerçevesinde bir iş düşüyor. Bu felsefeyi ofis sisteminde de uyguluyoruz. KY Daha kolektif ve bilgi bazlı bir çalışma sistemimiz var. Bir yandan kurumsal bir düzenimiz var, mimarlık ofislerinde olması gereken genel bir düzen. Gruplar var, onlar tabii ki birbirleriyle yardımlaşıyorlar. Tasarım merkezi olmanın altında “iyi proje yapma” motivasyonumuz var. Her durumda şuna varıyoruz: Bunu çizmek zorunda değiliz ama iyi bir proje için bunu yapmamız gerekiyorsa yaparız. Sadece işin ticari tarafında değiliz. İyi proje yapmak esas fikrimiz ve onu bilgi bazlı yapabilmenin peşindeyiz. Bu yaklaşım ofisi ayakta tutuyor diye düşünüyorum. Bu bizi bir arada tutan ve belki de bazı ofislerden farklılaştıran bir yaklaşım.
YŞ Pandemi sürecinde bu işleyişi nasıl sürdürünüz? Çalışma koşullarınız nasıl etkilendi?
BY Mimarlık bir arada çalışmayı gerektiren bir meslek, hakikaten pandemide epey zorlandık. Fakat artık bu zorluklar sayesinde de yeni sistemler denemiş, öğrenmiş olduk. İletişimde kalmak için sürekli yan yana olmamıza gerek olmadığını tüm dünya olarak öğrenmiş olduk. KY İşverenler bizi yalnız bırakmadı, sürekli bir baskı hali oldu. Pek nefes alamadık evde olduğumuz dönemlerde. Ev bir dinlenme alanı hiç olmadı. Birkaç sefer evlere kapandık, ardından ofislere geri döndük, bu durum birkaç keç tekrar etti. Bir şekilde ekibimizden bir şey yitirmeden devam edebildik.
YŞ Ulusal ölçekte olduğu kadar uluslararası arenada da mimarlık üretimleriniz devam ediyor. Uzun süren pandemi koşulları ve ardından ortaya çıkan savaşlar, darbeler ve siyasi gerginlikler mimarların uluslararası üretkenliğinizi nasıl etkiledi?
BY Etkiledi tabii, mesela o bölgelerde yapılan projeler durdu. Geçmişte de oldu; örneğin 2008’de Rusya’ya iş yaparken orada kriz oldu ve gümrükte çok sorunlar yaşadık. Afrika’da kabile savaşları oluyor, trajediler yaşanıyor. Bazen yaşananların anısına bir proje isteyebiliyorlar. Yurtdışında yaşanan bu krizlerin etkileriyle üretmenin farklı yönlerini de görüyoruz; kimi zaman da duraklamalar oluyor tabii. KY Özellikle de bu son savaş fazlasıyla etkiledi aslında. Rusya’da müthiş bir işimiz var, projeyi teslim etmiştik ama artık devamından endişe duyuyoruz. Mimarlık yakın temas gerektiren bir iş, bu online işi bir yere kadar bence. İşverenler, şantiyeciler yakın temas istiyorlar, sizi görmek istiyorlar. Uzaktan da yürüyor elbette ama yine de o sinerjiyi paydaşların bir arada götürmesi gibi olmuyor. Dijital dünyaya tamamen geçiş sürecinde daha çok zamana ihtiyaç var diye düşünüyorum. Mimarlık bir yandan sosyal bir meslek, dijital bir meslek değil henüz. O yüzden yurtdışındaki krizler veya pandemi gibi global krizler çok etkiliyor. Bazı işlerimiz durdu ama bazı işverenlerimiz de bu süreci avantaja dönüştürelim dedi. Birçok kişi aklında yokken pandemi sürecinde tasarım yaptırmaya girişti. Şu anda inşaat yapamıyorum ama bu zamanı tasarımla, projeyle geçirelim, biter bitmez binayı inşa ederiz diyen çok oldu mesela.
YŞ Farklı tipolojilerde ve farklı ölçeklerde tasarım ve uygulama yapabiliyor olmak mesleki açıdan size ne tür esneklikler sağlıyor?
KY Bu tamamen sürdürülebilirlikle ilgili bir konu. Ben mesela bir sürü doğa kitabı okuyorum son zamanlarda. Doğadaki temel fikir, çeşitlilik üzerine kurulu. Çeşitliliğe meyleden doğal bir davranış biçimimiz var, kendimizde bunu görmeye başladık. Bilerek isteyerek yaptığımız bir şey değil bu, demin de bahsettiğim gibi açık olmakla ilgili. Siz mimarlığın her türlü bilgisine açık olduğunuz zaman zaten bir şekilde farklı projeler önünüze geliyor ve yaptıkça, başka ülkelere gittikçe çeşitleniyor biraz da. Aslında hepsini bağlayan şey belirgin bir bakış açımızın olması ve benzer bir araştırmada olmamız. O yüzden stil bazlı bir tarafta zaten değiliz. O yüzden çeşitlilik bize değer katıyor.
YŞ Şu an ofisin yoğunlaştığı işler genel olarak hangileri? Üzerinde çalıştığınız güncel projelerinizden söz edebilir miyiz?
KY Niğde’de sıfır karbon bir fabrika projemiz var, iç bahçelerle biçimlendirdiğimiz. Ankara’da çok büyük bir teknoloji bölgesi kuruluyor, Uzay ve Havacılık Teknokenti. Bütün o bölgenin yönetim binasını tasarlıyoruz ve yine aynı bölgede endüstri yapıları yapıyoruz. Merkezden uzakta bir yerleşim olduğu için insanları oraya çekebilecek bir yaklaşım sergilememiz gerekiyor. Dolayısıyla daha yeni jenerasyon, bitkilerle beraber düşünülmüş bir ofis tasarlıyoruz Onun dışında Afrika’da spor salonu, stadyum işlerimiz var masada aktif olan. İğneada’daki glamping projesinin ikinci etabıyla uğraşıyoruz. Epey ilginç ilerliyor, küreden yoga evleri gibi ahşap konstrüksiyonlu yapılar üretiyoruz. Bir yandan da modüler evlerle uğraşıyoruz ve bu bizim için bir diğer enteresan çalışma alanı. Çok ilginç bir projemiz daha var onun da tamamlanmasını bekliyoruz: Bir aydınlatma şirketinin keşfettiği lego tarzı aydınlatmaların mimariye entegrasyonu; orada da yeni bir fikir var ve onun oluşmasını bekliyoruz. Bir yandan araştırmadayız, bir yandan üretiyoruz.