2016-2017 eğitim yılı ilk ders zili bugün çaldı. BYEGM Arşivinden 4 kareyle Türkiye'de eğitim öğretim 2016-2017 eğitim yılı ilk ders zili bugün çaldı. BYEGM Arşivinden 4 kareyle Türkiye'de eğitim öğretim 2016-2017 eğitim yılı ilk ders zili bugün çaldı. BYEGM Arşivinden 4 kareyle Türkiye'de eğitim öğretim 2016-2017 eğitim yılı ilk ders zili bugün çaldı. BYEGM Arşivinden 4 kareyle Türkiye'de eğitim öğretim 1970’lerde revaçta olan ilkokul çocuklarına yönelik “Cin Ali” adlı kare şeklinde 16 sayfadan oluşan, siyah-beyaz çok enteresan kitaplar vardı. Ali adlı çocuğun, belli bir seriyi takiben; okuldaki, piknikteki, denizdeki, müzedeki, törendeki, dişçideki ve hayvanat bahçesindeki müthiş heyecanlı (!) maceralarına yer veren kitaplardaki çizimler çöp çizgilerden oluşmaktaydı. Herşey ama herşey birkaç çizgiden ibaretti; evler, arabalar, insanlar, hayvanlar, eşyalar... Kollar ve bacaklar ve vücutlar çöpten ibaret olup herhangi bir organ ihtiva etmemekteydi. Kafalarsa bir yuvarlaktan müteşekkildi. Okuyan çocuğun resimleri kolayca taklit ederek çizebilmesine imkân vermek amacıyla düşünüldüğü muhtemeldi. Her çocuğun çantasında bu serinin en az 1-2 kitabı mevcuttu. 80’lerden itibaren çocuk kitapları sektöründeki hızlı gelişim, Cin Ali kitaplarının da sonu oldu. BİLETLERDE KITA UYGULAMASI: İETT araçlarıyla seyahat ederken, şimdiki gibi tek tip ücret vermek yerine, gidilecek mesafe kadar ücret ödenirdi. Bu sistemde, hatlar belirli kıtalara bölünmüştü. Şehrin ana merkezleri kıta sınırlarını gösterirdi. Biletlerin üzerinde 1 numaradan başlayan ve 12’ye kadar devam eden, kutu içine alınmış sıra numaraları bulunurdu. Gitmek istediğiniz durağı biletçiye söylerdiniz, o da bindiğiniz kıtanın ve gitmek istediğiniz semtin içinde bulunduğu kıta numarasının üzerini kalemiyle işaretler ve bileti keserek size verirdi. Haliyle, gidilecek mesafe arttıkça ödeyeceğiniz para da artardı. Mahalle bakkallarında şimdiki gibi paketlenmiş bisküviler yoktu ya da lüks sınıfına giren birkaç marka da pahalı olduğundan pek tutulmazdı. Hemen her bakkal dükkânının giriş kapısının yanında ortalama 30X30X30 ebatlarında teneke bisküvi kutuları düzenli bir şekilde üstüste oturtulmuş halde dururdu. Bunların ön kısmında camlı bir kapakları olurdu. Kapak, içindeki bisküvilerin bayatlamaması için sürekli kapalı olur, camdan içinde hangi tür bisküvi olduğu görülürdü. Bu kutular, içindekilerin herhangi bir kazaya kurban gitmemesi için zeminden 30 derece kadar yukarı bakacak şekilde meyilli konulurdu. İstenen tür bisküvi, bakkal tarafından kâğıttan bir kesekâğıdına doldurulup tartılarak müşteriye verilirdi. En bilinen markalar ise; Ülker, Eti ve Besler’di. Sokaklarda tekerlekli ve dört tarafı cam vitrinle kapalı arabalarıyla gezen muhallebiciler vardı. Vitrinlerin alt rafında, küçük ve yuvarlak plastik kutulara konulmuş muhallebiler diziliydi. Üst rafı ise telli arabadan miskete, maskeden topa, oyuncak bebekten kaleme kadar çeşitli ıvır zıvırla dolu olurdu. Her muhallebi kabının dibinden mutlaka kırmızı renkli plastik, üzeri numaralı bir marka çıkardı. Çocuklar kabın dibindeki markaya bir an önce ulaşabilmek için alelacele muhallebiyi bitirirlerdi. Markanın üzerindeki numara, satıcının elindeki numaralı hediye listesiyle karşılaştırılır ve o numaraya hangi hediyenin çıktığı saptanırdı. Satıcı üst raftan çıkardığı hediyeyi çocuğa verirdi. Dağıtılan ıvır-zıvırlar her ne kadar ucuz mallardan oluşsa da, bunların maliyeti de muhallebi fiyatına eklendiğinden, bu piyango çocuklara biraz tuzluya patlardı. 12 Eylül 1980 ihtilâlinden sonraki 3 yıl zarfında (olağanüstü hal kaldırılana dek) İstanbul cadde ve sokaklarında (ve Türkiye’nin 67 şehrinde) 4’erli gruplar halinde devriye gezen askerler olurdu. Dördü de tüfekli, miğferli, kısacası tam teşeküllü olan erler, aynı hizada ve birer metre aralıklı olarak yürürlerdi. Kaldırımda karşılaşıldığında vatandaşlar mutlaka kenara çekilerek, kollarında kırmızı bantlarda “Görevli” yazılı devriyelere yol verirlerdi. Bütün bankaların ve resmî kurumların korunması görevi de bu devriyelerde olup, ikisi binanın içinde dururlarken, diğer ikisi de giriş kapısının iki yanında ayakta nöbet tutarlardı. Olağanüstü hal kaldırılınca, askerler de kışlalarına geri döndüler Fransız yapımı renkli ve resimli A4 ebatlarında, parlak kalın kâğıda baskılı çocuk kitapları vardı. İçindeki çizimler renkli fotoğraf kalitesinde ve güzelliğinde, hemen her türlü detay düşünülerek hazırlanmış, o günler için oldukça lüks sayılabilecek bu kitaplar, ortalama 16 sayfa civarındaydılar. Türkiye baskılarında Ayşegül adı verilmiş hayalî bir Fransız kız çocuğunun; evde, okulda, piknikte, tatilde, uçakta, köyde, tiyatroda, yaşgününde... şeklinde senaryolaştırılmış serî maceralarını anlatmaktaydı. Bu kızın Fındık adında kahverengi bir köpeği ve hiç de Türkiye şartlarıyla benzerlik taşımayan bir yaşam biçimi vardı. Ailecek bahçeli lüks bir köşkte otururlar, kilisenin bahçesinde oynarlar ve sık sık istakoz yiyip, uzak ülkelere tatile çıkarlardı. 1968 yılında dünyada esen serbestlik rüzgarının yansımaları olan “Hippiler (Hippy)”, 70’lerde uzakdoğu orijinli dünya gezilerine çıkmaya başladılar ve Hindistan, Nepal, Katmandu gibi Budizm ağırlıklı yerlere ulaşmak için rotalarını genelde Türkiye üzerinden çizdiler. Kendilerine “Çiçek çocukları”, “Barış elçileri” gibi enteresan isimler veren Batı Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın işsiz, parasız entel gençleri, volkswagen marka minibüslere doluşarak İstanbul’a geldiler ve uzun yıllar Sultanahmet’i kendilerine buluşma yeri seçerek, burada ucuza konaklamaya başladılar. Uyuşturucu ağırlıklı bir yaşam tarzı süren ve garip giysiler giyerek sürekli şarkı söyleyen, çalışmayan, üretmeyen bu akımın temsilcilerine tüm dünyada olduğu gibi bizde de Hippi denildiği gibi, İstanbul halkı tarafından kendilerine ikinci bir isim daha takıldı; “Bitli turist”... Sultanahmet semti de bundan nasibini aldı ve adı; “Bitli Sultanahmet” oldu uzun yıllar... Hippilik akımı 1980’lerin başında yokoluş sürecine girince, hippiler de İstanbul’u terketmeye başladılar. 1980 ihtilâlinden hemen sonra kurumsallaşan sektörlerden biri de “Bankerler” olmuştu. Eskinin kurt tefecilerinden oluşan bu kurumlar, “Kastelli”, “Bako” gibi isimler almışlar, hatta bazıları gazete ve televizyona dahi reklâmlar vermeye başlamışlardı. Bu reklamlarda, o dönemin ünlü sanatçı ve artistleri rol alıyordu. İyiden iyiye prestij kazanmaya başlayan bankerlerin hedefleri ise ortaktı: Halkın birikimlerini çok yüksek faizler karşılığı toplayarak işletmek... Evdeki hesabın çarşıya uymaması sonucu bir-kaç yıl içinde tüm bankerler teker teker iflas ederek, topladıkları paralarla yurtdışına kaçmaya başladılar. Kendilerine vaadedilen (yıllık %100, %150 gibi) çılgınca yüksek faizlerden nemalanmak hayalindeki bir kısım vatandaş da, birbiri ardınca dolandırılmanın şokunu yaşamaya başladılar. Kaçan bankerlerin çoğu yakalanamadı, yakalananlar ise bir süre hapis yattıktan sonra salıverildiler. Olansa, kandırılan vatandaşın birikimine oldu. EL ARABALI ÇÖPÇÜLER: Sokak aralarında çöp kamyonlarının geçmediği günlerde dolaşan tahta el arabalı çöpçüler olurdu. Bunlar, düşük bir ücret karşılığında evlere ara toplama hizmeti vermekteydiler. Çöpü fazla biriken ev kadınları, küçük bir bahşişle birlikte çöplerini belediyede kadrolu olan, resmi kasketli, kahverengi elbiseli bu temizlik görevlisine verirlerdi. El arabasının mümkün olduğunca fazla atık toplayabilmesi için çöpçüler, arabanın haznesinin yanlarına, birbiri üzerine bindirilmiş teneke levhalar, kalın kartonlar ve mukavvalar sokuşturarak, haznenin kapasitesini olabildiğince yükseltirlerdi. Ayrıca ellerindeki kalın çalı süpürgeleriyle, göstermelik olarak kaldırım kenarlarını süpürürlerdi. LAK LAK” LAR: İki ucuna yumurta büyüklüğünde küre şeklinde, tahtadan iki top takılmış 20 santim uzunluğunda bir ipten ibaretti. 80’li yılların başından itibaren çocuklar ve gençler arasında moda olan laklakların ipi ortasından işaret ve orta parmağa sarılarak sabitlenir, ardından el yukarı-aşağı hızla hareket ettirilmeye başlanırdı. Toplar elin bir üstünden bir altından sürekli birbirlerine çarparak 180 derecelik bir yay izlerler ve “lak”, “lak” şeklinde sesler çıkarırlardı. Amaç, bir defada en çok çarpmayı gerçekleştirebilmekti. Sesi tekdüze ve çıldırtıcıydı. Dikkatli ve periyodik vurdurulmadıkları taktirde, el parmaklarına çarparlardı. Neticede, sinirbozucu bir salgındı. Gazetelerin sık sık kampanyalar düzenleyerek çekilişle hediyeler dağıttığı yıllarda özellikle Hürriyet, Milliyet, Günaydın ve Tercüman’ın logolarının sağında ve solunda damga pulundan biraz daha büyük ebatlarda kesilmek üzere ayrılmış, üzerleri numaralı “Pay kuponları” olurdu. Dileyen okuyucu hergün numara sırasıyla bu pay kuponlarını keserek, verilen adrese postalar, karşılığında kendine bir kura numarası gönderilirdi. Kampanya sonunda yapılan çekilişte kazanan okura; daire, araba, mobilya, bisiklet, radyo gibi hediyeler verilirdi. Halıfleks ya da yer karolarının yaygınlaşmadığı yıllarda evlerin odalarının, hatta mutfaklarının ve tuvaletlerinin zeminleri muşamba kaplı olurdu. Çoğunlukla kahverengi ya da gri renklerin hakim olduğu bu yer kaplama materyallerinin üzerinde birbirini tekrarlayan grafik desenler olurdu. En çok tutulan desen ise pötükare adı verilen iki rengin çaprazlamasına uygulandığı küçük kare şekillerdi. Muşambalar odaların zeminleri tahta olduğu için, bir süre sonra tahtaların deformasyonuna ayak uydurur ve altındaki tahtanın girintili-çıkıntılı şeklini almaya başlardı. Üst kısımları kayganca olan muşambalar, üzerleri silinip parlatıldığı zaman daha bir tehlikeli hale gelirler ve çorapla üzerlerine basılmasını genellikle affetmezlerdi. Yıpranan ya da yırtılan kısımlarına, daha önceden yedeklenen muşamba parçalardan uygun şekiller kesilerek buralara yama yapılırdı. : Mektupla haberleşmenin revaçta olduğu 60’lar, 70’ler ve kısmen de 80’lerin ortalarına kadar, şehrin belli noktalarında duvarlara monte edilmiş, bazen de demir bir çubuğun ortasına oturtularak yol ortasına sabitlenmiş sarı renkli posta kutuları vardı. Bunların üstlerinde mektup zarfının atılabilmesi için yatay ve uzun bir gözü vardı. Deliğin önü boylu boyunca, sadece içeri dönebilen küçük dikey metal çubuklarla kapatılmıştı. Bu uygulama, insanların ellerini kutunun içine sokarak biriken mektupları almasını önlemek içindi. Kutunun üzerinde, içinin hangi günler ve hangi saatlerde açılarak biriken mektupların toplanacağını gösteren uyarı yazıları olurdu. Eğer kutu henüz açılmışsa, açılma vakti daha gelmemiş olan başka bir posta kutusuna mektup atılır, böylece günden kazanma yoluna gidilirdi. Çingenelerin tekelindeki bu meslek grubunda ekip, elinde tef ve uzunca bir sopa olan kavruk bir çingene ile, beline sardığı zincirin ucu, burnuna geçirilen halkaya takılmış bir ayıdan oluşmaktaydı. Daha çok turistik yerler ve sokak aralarında boy gösteren bu ikili ekibin gösterisi, tefi dokuz-sekizlik aksak bir ritmle çalarak şarkı söyleyen çingenenin, arada bir elindeki sopayla ayıyı dürtmesinden sonra hayvanın tempoya uygun hareketlerle zıplaması, sopaya tutunarak iki ayağının üzerinde dikilmesi ve bazen de yere yatarak bayılma numarası yapmasından oluşan ilginç bir şovdan ibaretti. En çok tutulan gösteri ise; “Kocaoğlan, hamamda karılar nasıl bayılır?” sorusunun ardından ayının bayılma numarası yapmasıydı. Gösteri bitince çingene kasketini çıkararak, etraflarında halka olan seyircilerden bahşiş toplardı. 1980’lerde ayı oynatmak kesinlikle yasaklandı. Hayvanlar toplanarak, Uludağ’da oluşturulan ayı yetiştirme ve rehabilitasyon merkezine götürüldüler. Bunlar, adından da anlaşılacağı gibi (three / tri: üç) 3 tekerlekli ve direksiyon yerine gidonla kumanda edilen çok enteresan taşıma araçlarıydı. Ağırlıklı olarak; “Arçelik” marka olan triportörlerin sürücü kabinini önünde tek bir tekerleği vardı. Bu tekerlek gidona bağlıydı. Sürücü kabinin tam ortasına otururdu, yanında da sağlı sollu birer kişinin oturabileceği yer kalırdı. Eni normalden daha dar olduğundan ötürü, tek bir farı ve yine tek bir sileceği bulunurdu. Çalışırken çıkardığı sesler, bir motosikletin sesiyle aynı tınıyı verirdi. Bu araçların arkasındaki kasaları, kimi modellerde açık, kimilerinde tenteyle örtülü, kiminde ise metal örtüyle kapatılmış olurdu. PTT’nin araç kadrosunda, arkası kapalı çok sayıda sarı renkli triportör 1980’lerin ortalarına kadar hizmet verdi. Bunlar daha çok posta ve telgraf taşıma işlerinde kullanılırlardı. Mahalle bakkallarında “leblebi tozu” satılırdı. İşaret parmağı uzunluğunda ve kalınlığındaki şeffaf torbalara doldurulmuş şekerli leblebi tozları, çocuklar tarafından çok sevilen ve genelde yenmek üzere değil de, ağıza tümüyle doldurulduktan sonra karşındakine hızla püskürtülmek için satın alınan bir gıda maddesiydi. Eğer ağızda fazla tutulursa, boğaza fena halde kaçar ve uzun süre öksürtürdü. Boğulmak üzere olan çocuğunu farkeden telâşlı ebeveynler tarafından çocuk güzelce dövülür, leblebi tozunun kalan kısmı derhal çöpe atılırdı. Televizyon yayınlarının çok kısıtlı yapılabildiği 70’lerde hafta içi hergün 10.00-10.20 saatleri arasında “Arkası Yarın” adı verilen sürekli radyo piyesleri yayınlanırdı. Dinleyicilerin konuya adapte olabilmeleri için, kapı gıcırtısı, ayak sesi, yağmur, rüzgâr, uğultusu, kuş cıvıltısı, motor çalışma sesi gibi birtakım ses efektleriyle zenginleştirilmiş karşılıklı diyaloglardan oluşan piyesler, Türk ve dünya klasikleri ağırlıklı olurlardı. Bu piyeslerin jenerik açıklamalarında en akılda kalanı ise; “Efekt: Korkmaz Çakar”dı. Adı geçen şahıs, yukarıda anlatılan efektlerden sorumlu ses görevlisinin adıydı. Çoğu derginin sağ sayfalarının en altında; işaret parmağı ileriye doğru uzanmış küçük bir el işaretinin yanında, sayfayı çevirmemiz gerektiğini belirten uyarıcı (!) bir yazı olurdu. Yazının devamının nerede olduğunu bilemeyip bocalayabilecek zekâ düzeyindeki okuyucular baz alınarak hazırlanmış olması muhtemeldi. Kimi dergiler işi iyice abartır ve tüm sağ alt sayfalarına -istisnasız- bu uyarı yazısı ile işaret parmağını koyarlardı. Artık okuyucuların herhangi bir yardım görmeksizin sayfa çevirebilme yetenekleri geliştiğinden olsa gerek, günümüzde dergilerde ve gazetelerde bu tür ibareler konulma gereği hissedilmemektedir. Bilhassa benzin kıtlığının yaşandığı 1970’lerde at arabaları, zerzevat satıcısından yük taşıyanına kadar hemen her meslek grubunun gözdesi olan ulaşım araçlarındandı. Bunların tahtadan dört adet tekerleği vardı ve bu tekerlekler özellikle paket taşlı yollarda çok fazla ses çıkarırdı. Arabalar genelde tek, bazen de iki at tarafından çekilir ve tüm atların başına siyah deriden at gözlüğü ile arkalarına da gübre torbaları bağlanırdı. Arabayı sürenin oturması için, aracın önünde biraz yükseltilerek deri minderle kaplanmış ve yetmeyerek, üzerine çeşitli kilim parçaları örtülmüş bir sürücü mahalli vardı. Atların arkalarına ne kadar torba bağlanırsa bağlansın, yine de hatırı sayılır bir ölçüde gübreler asfalta dökülerek gün boyu kaybolmayan nahoş kokulara sebep olurdu. Fransızca “Bon marché” kelimesinin okunuşu olan bonmarşeler, 60’lı ve 70’li yılların İstanbul’una damgasını vuran çok amaçlı satış mağazalarının ortak adıydı. Çoğunlukla Sirkeci, Sultanhamam, Karaköy, Beyoğlu ve Şişli’de yaygındılar. Bu mağazalar birkaç katlı binanın tümünü kaplarlardı. Her katında farklı ürünler satılırdı. Giyim-kuşam, hediyelik eşya, ev eşyaları gibi. Son yıllarda sadece konfeksiyon ağırlıklı olarak hizmet veren bonmarşeler, yıllar içinde alternatif satış mağazalarının açılmasıyla birlikte gözden düştüler ve 80’li yılların başında birer birer kapandılar. Erkeklerde, 1960’ların sonunda moda olan ve 70’lerin sonlarına kadar devam eden “ince bıyık” modası vardı. Amerikan sinema oyuncusu “Clark Gable”nin bıyık kesiminin dünyada ve ardından Türkiye’de moda olmasından sonra, bütün erkekler “Klark” bıyığı adı verilen bu kesimi uygulamaya başladılar. Bu akımın temel prensibi; bıyığı olabildiğince ince keserek dudak çizgisinin hemen üzerinde uzunlamasına bir çizgi haline getirmekti. Üst kısımlar ise tamamen kazınırdı. Köyden kente göç eden kırsal kesim ise, ince bıyık yerine “badem bıyık” adı verilen şekilde tıraş ederlerdi bıyıklarını... Bu tarz kesim, çok daha öncelerden beri (19. yy’ın sonların-20. yy’ın başları) uygulanan bir kesim tarzıydı. Bıyıklar bu kez dudağın üstüyle burnun altında kalan kesimde kalacak şekilde tıraş edilir, sağ ve sol taraflar ise tamamen kazınır, bıyığa kare bir görünüm kazandırılırdı. Bu bıyık kesimine halk arasındaki takılan isimlerse; “muhtar bıyığı”, “hacıağa bıyığı” ve “evkaf bıyığı” idi. Seksenlerden itibaren erkek bıyıkları hem enden, hem de boydan salınmaya başlandı. Orijinal adı “Burda Moden”di. Alman menşeliydi. O yılların şartlarına göre çok kaliteli parlak renkli ofset baskılı, incecik yaprakları olan bu dergi, kadınlar için biraz da statü sembolü olarak görüldüğünden ötürü, misafir odalarındaki sehpaların görünen kısımlarına serpiştirilirdi. Ayrıca doktorların ve kuaförlerin bekleme salonlarında da Burda’ların eski sayıları atılmayarak sehpaların üzerinde biriktirilirdi. Aylık derginin içinde, içinde bulunulan mevsimin Avrupa modasını vurgulayan manken resimleri ve altlarında da Almanca açıklamalar bulunurdu. Türkler tabii ki çoğunlukla bu açıklamaları anlayamamakla birlikte resimleri detaylı bir şekilde inceleyerek, pratik zekalarının da vermiş olduğu bir kabiliyetle mankenin üzerindeki elbisenin aynını ivedi bir şekilde dikiverirlerdi. Sonradan derginin içine sarı sayfalardan oluşan, bir formalık Türkçe açıklayıcı ekler de konulmaya başladı. Derginin sonlara yakın sayfaları çocuk giyimine yönelikti. En son sayfalarda ise iştah kabartıcı, sanat eseri gibi süslenmiş yemek resimleri ve de altlarında bu yemeklerin nasıl yapılacağı yine Almanca olarak yer alırdı. 60’lar ve 70’lerde genç kızlar tarafından çok rağbet görülen orta boy bir cebe sığabilecek ebatta olduklarından dolayı; “Cep Fotoromanı” olarak adlandırılan resimli aşk kitapları vardı. Dış kapaklarına ana karakterleri içeren bir sahnenin basıldığı renkli bir fotoğraf, iç sayfalarında ise tamamı siyah-beyaz fotoğraflar bulunurdu. Bu fotoğrafların üzerine Türkçe dizilmiş konuşma çizgileri olurdu. Fotoromanlar çoğunlukla İtalyan ve Fransız artistleri tarafından senaryolaştırılmış konuları içerirdi. Kavga ve dövüş sahneleri içermeyen, pembe aşk hikayeleri üzerine kurgulanmış bu tekdüze fotoromanlar, genellikle Hürriyet ve Tay Yayınları tarafından kitapçılarda satılırdı. Genç kızlar, aralarında bu kitapları değiş-tokuş ederlerdi. O yılların kitaplaştırılmış pembe Brezilya dizileriydiler. Minibüslerin idarî kadrosu, şoför ve yardımcısı olan “Muavin”lerden ibaretti. Bu şahısların görevi ücret toplamak ve yolculuk boyunca aracın kapısını yarım açıp kapıya asılarak çığırtkanlık yapmaktı. Aracın gideceği hemen tüm durakları bir çırpıda bağırarak sayan ve çoğunlukla yaşları 15-25 arası gençlerden oluşan muavinler, bellerine asılı deri para çantaları taşırlardı. Pratik ve hesapta becerikliydiler. Gözlerinden kaçan yolcu olmazdı. 1985’den sonra muavinler yasaklandı ve her minibüste sadece tek bir şoför olmasına karar verildi. İstanbul Şehirhatları İşletmesi’nin feribot işletmeye başladığı 1872 yılından 1952’ye dek, eldeki eski yolcu vapurları tadil edilerek araba vapuru olarak hizmet verdikten sonra, gerçek anlamda tersane yapımı ilk araba vapurları 1952 yılında Fransa’da yaptırılarak Boğaziçi’nde hizmete girdiler. Dördü de “K” harfiyle başlayan; “Kasımpaşa”, “Kızkulesi”, “Kuruçeşme” ve “Karaköy” adlı feribotlar saatte 10 mil hız yapabiliyorlardı. Bunların en büyük özellikleri ise dört taraflarında da küçük birer kaptan köşkü olmalarındaydı. Vapura her bir köşkten de kumanda edebilmek mümkündü. Yıllarca Sirkeci-Harem-Sirkeci-Kadıköy ve Kabataş-Üsküdar hatlarında hizmet verdikten sonra 90’lı yıllarda kaldırılmaya başlandılar. Aralarında en uzun süre hizmet vereni ise; “Karaköy” araba vapuru olup, o da 1995’de son seferini yaptıktan sonra emekliye ayrıldı. 50’lerdeki Amerikan Marshall yardımı çerçevesinde, İkinci dünya Savaşı’nda kullanıldıktan sonra miadı dolan askerî jipler, kamyonlar ve otobüsler Türkiye’ye yollanmıştı. Bunların içinde bir çeşidi vardı ki, bunlar Türkler’in mükemmel fonetik dönüşüm yapabilme kabiliyetlerinin bir ürünü olarak yıllarca “Cemse” olarak anılan “G.M.C.” marka araçlardı. “General Motors Corporation” kelimelerinin baş harflerinin okunuşu; “Ci-Em-Si” olduğundan, halk arasındaki telâffuzu yuvarlatılarak “Cemse”ye çevrildiler. Bundan böyle nerede bir askerî kamyon görülse, ona askerî cemse (ya da sadece cemse) denilmeye başlandı. 60’larda ve 70’lerde ilkokul çocuklarına çalmaları için zorla dayattırılan bu İtalyan çalgısı, nedense çocuklar tarafından pek sevilmezdi. Okullarda öğretici kurslar dahi açılır, bütün kırtasiyelerde, kapağında çalgı çalan bir kız ve bir erkek çocuğu resmi olan mandolin metod kitapları satılırdı. Aylarca süren bir kurs dönemi sonunda müzik kulakları pek de gelişmemiş, ancak ebeveynlerinin baskısına karşı gelememiş bu yeni yetmeler, okulun salonunda bir de konser verirlerdi. Repertuarları da, üç ile beş arasında değişen basit okul şarkılarından teşekkül ederdi. Doğru notayı çıkarması oldukça güç ve beceri isteyen, gerili 4 çift telden oluşan, penayla çalınan mandolinlerin bu üçgen penaları, tremolo (seri vuruş) esnasında hep kırılır, görev sağlam olan köşeye devredilir, her üç tarafı da kırılana kadar kullanılırdı. Kurs sona erdiğinde çocuklar tarafından genellikle arkaları çevrilerek darbuka olarak kullanılan (içleri boş olduğundan, vurulduğunda bayağı da güzel de ses çıkaran) ve normal yüzlerinden çalındığında sazla buzuki arası bir ses veren mandolinlerin ses perdeleri de oldukça geniş sayılırdı. 80’lerde okullarda blok flüt modası başgösterince mandolinler de tamamıyla gözden düştüler. Şehirlerarası çalışan o dönemin otobüslerinin, şimdiki gibi karoser hizasında derin bagajları yoktu. Taşınacak eşya ve bavullar, otobüslerin üzerinde sabitlenmiş metal iskeletli yüklüklere konularak sıkıca bağlanırlardı. Bu yüklüklere otobüs muavinleri, aracın dışında, en arkasındaki dar, metal tırmanma merdiveni vasıtasıyla çıkarak bavulları olabilen en ekonomik şekillerde uzun uzadıya istif ederlerdi. Yolculuk arasında inecek olan yolcuların eşyalarının otobüsün üzerinden alınması epey zaman kaybettirirdi. O yıllarda İstanbul sokaklarında, evlerde kullanılan körleşmiş bıçakları, yeniden keskinleştirerek kullanılabilir hale getirebilme sanatını icra eden bileyci ustaları dolaşırdı. Biley makinalarını sırtlarında taşırlardı. Müşterinin evinin önünde makinasını yere koyarak, bunun üzerindeki yatay bir mile geçirilmiş disk şeklindeki biley taşını ayak hizasındaki pedal yardımıyla sabit bir hızda çevirmeye başlar ve pedala bağlı kayış vasıtasıyla hızla dönen diskin üzerine, elindeki kör bıçağı çeşitli açılarla temas ettirip kıvılcımlar oluşturarak bileylerdiler. İş bittiğindeyse bıçak hem keskinlik kazanmış olur, hem de metalik orijinal rengine geri dönerdi. Günümüzde çok nadir olmakla birlikte, halen inatla (!) bileycilere rastlanabilmektedir (Bu madde, Alexandros Bey'in sorusunu umarım cevaplayabilmiştir). Şehrin kısıtlı birkaç bölgesine “havagazı” hizmeti götürülmekteydi. Evlerinde havagazı borusu olan şanslı daireler, mutfak ve ısınma problemlerini havagazıyla karşılarlar ve ay sonunda sayacın yazdığı kadar tüketim bedelini gezici tahsildarlara öderlerdi. Havagazı depolama ve ana dağıtım merkezleri; Dolmabahçe, Silahtarağa, Yedikule ve Hasanpaşa’daydı. İETT’nin sorumluluğunda dağıtımı yapılan bu hizmet, 1980’lerde kaldırıldı. Günümüzün doğalgaz şebekesiyle mukayese dahi edilemeyecek bir teknolojide olmalarına rağmen, sokaklarından havagazı şebekesi sistemi geçen şanslı konutlar, kesinlikle bu hizmetten son gününe kadar yararlandılar. Özellikle 70’lerde moda olan bu paspaslar, hamarat evkadınları tarafından, kaçtıkları için giyilemeyecek durumdaki kadın çoraplarının malzeme olarak kullanıldığı, kalın şişlerle örülen ev eşyalarıydılar. Kapı önlerine ve evin muhtelif yerlerine serilirler ve kışın da yerin soğuğunu oldukça önlerlerdi. Hem eski çoraplar değerlendirilir, hem de bedavaya paspas sahibi olunurdu. Bu parlak fikir, 80’lerden sonra tüketim toplumu tarafından avam kabul edilerek, kaçmış çoraplar direkt çöp kutusuna atıldılar. 60’lı ve 70’li yıllarda radyo yayınları kısıtlı olduğu ve televizyon da olmadığı için gazeteler çok önemliydi. Gündüz satılan gazetelere alternatif olarak akşama doğru 15-16’dan sonra “Akşam” gazetesi adıyla bazı gazeteler basılır ve gün içindeki önemli olaylar ertesi güne sarkmadan sıcağı sıcağına bu akşam gazetelerinde yer alırdı. Dağıtımları daha çok vapur iskelelerinde, otobüs duraklarında ve tren istasyonlarında olur ve iş dağılış saatlerine denk getirilirdi. Böylece meraklısına 12 saatlik periyotlar halinde taze haber sunulurdu. Gaz sobalarının yoğun olarak kullanıldığı 70’lerde ve 80’lerde mahalle bakkallarının kuytu köşelerinde, altlarında muslukları olan silindirik gaz depoları vardı. Bakkala ellerindeki plastik bidonlarla giden vatandaşlar, bunlara 6-12 litre arası gazı doldurtarak evlerine götürürlerdi. Muslukları sürekli damlatan bu depolar yüzünden bütün bakkalların içi kesif bir şekilde gaz kokardı. 70’lerin sonundaki akaryakıt darlığı yıllarında ise, bakkalların önünde yoğun kuyruklar oluşur, kişi başına 6’şar litreden fazla gaz satılmazdı (1978-80 arası). İlk ve ortaokullar, 1974 yılına kadar Cumartesi günleri de öğrenime devam ettiler. Cumartesileri diğer günler gibi tam değil yarım gün kabul edilirdi. Bu yüzden öğretim iki saatti. İlk ders 1 saat sürer, sonra on dakika teneffüs olur, ardından da 40 dakikalık ikinci ders yapılır ve bahçede hep bir ağızdan İstiklal Marşı okunduktan sonra birbuçuk günlük hafta sonu tatiline girilirdi. Bu uygulama 1974-75 öğretim yılından itibaren kaldırılarak, Cumartesi günü tam gün tatil kabul edildi. 70’lerde otomobil sahibi olmak biraz ayrıcalık addedildiğinden olsa gerek, araç sahipleri otolarına öz evlâtlarına bakar gibi bakarlar ve geceleri park ettikten sonra üzerlerini de küçük çocuğunun üzerini battaniyeyle örten şefkatli bir baba misali brandayla sıkıca örterlerdi. Böylece araç, gece yağan yağmurdan, sıçrayan çamurdan, dışarıdan gelebilecek taş veya darbelerden korunmuş olurdu. Bu yekpare brandalar oto yedek parçacılarında satılırdı. Aracın karoserine göre dizayn edilerek dikilmişlerdi. Genelde gri, bazen de mavi ve krem renklerde olurlardı. Araç bu brandayla tamamen paketlendikten sonra uçlarındaki ipler vasıtasıyla aracın altındaki muhtelif yerlere sıkıca bağlanarak sabitlenirlerdi ki, kimse onları açamasın, ya da rüzgardan pot yapıp havalanıp uçmasınlar... Her gece paket yapıp sabah mahmurluğuyla bu devasa paketi açmak, günümüzde artık bayağı bir zahmetli geldiğinden dolayı artık kimse otomobillerini brandayla örtmemekte... Geceleri sokaklarda devriye gezen gece bekçileri olurdu. Kahverengi üniformalı ve kasketli bu güvenlik elemanları, sabaha dek nöbetlerini devam ettirir ve civardaki sokaklarda gezen meslekdaşlarıyla haberleşmek için sık sık düdüklerini çalarlardı. Emniyet Teşkilatı’na bağlı olarak görev yapan gece bekçileri 1980’lerde kaldırılarak, sabit karakol kadrosuna verildiler.