CNN Türk'te yayınlanan Aykırı Sorular programını hazırlayıp sunan Enver Aysever konuklarına sorduğu sorularla dikkat çekiyor. Aykırı olmak fena değildir diyen Aysever programını, sorduğu soruları ve yeni planlarını anlattı. Aykırı Sorular nasıl ortaya çıktı? Aykırı Sorular benim doğal kişiliğimle ortaya çıkan bir yapı. Nedir bu yapı? Bir kere ben çok tez canlı ve hayatın içinde kendi akışında da çok soru soran birisiyim. Çünkü sosyoloji okuyan ama asıl alanım edebiyat ve tiyatro olan biridir. Edebiyat tiyatro ve sosyoloji bir araya gelince insanın hayatının tamamı soru sormak üzerine kurulu oluyor. O yüzden çok soru sorarım. Sizce bu program benzerleri arasından hangi yönüyle sıyrıldı? ‘’Aykırı Sorular’’ın birden fazla ilgi çekici yönü var. Bunlardan bir tanesi pinpon maçı gibi olması. Hızlı soruların ve hızlı cevapların olması. Yüz yüze, kalem kâğıt olmadan, dar zamanda ve ritimli bir program yapıyoruz. İkincisi göz göze olup kaçamak yapma olanağınız yok. İnsanın özellikle yakın planlarla duygu halinin bir tür cevaba da dönebilecek bir yapıda olması. Üçüncüsü belki de Türkiye’de olan çok daha geniş bir konuk zenginliği içerisinde olması. Bununda nedeniniyse içten konuşabildiğim için samimi bulunmama bağlıyorum. Size bu samimiyeti nelerin getirdiğini düşünüyorsunuz? Edebiyat dünyasının içindeyim, yazı çizi dünyasını biliyorum. Yıllarca tiyatro ve televizyonların kulisindeydim, sinema sektöründe çalıştım. Siyasetin ve müziğin mutfağını biliyorum. Biliyorum derken birçok tanıklık ettiğim şey var. O tanıklıklar samimiyeti ve içerden konuşma olanağı getirdi. Bir de Türkiye de entelektüel sefalet yaşıyoruz. Bunu iyi anlamak gerekiyor. Hayatın her alanında sınırlı ilgi alanı ve bilgisiyle televizyonda da, yazılı basında kanaat önderi olmaya soyunan insanlar var. Bu lezzetsiz bir şey. Aykırı Sorular Cumartesinin içeriğinin daha farklı olduğunu görüyoruz... Hafta içi Aykırı Sorular yazın gereksiniminden, bir boşluktan doğan, seyircinin çok sevdiği ve ömrü bu güne kadar gelmiş bir program oldu. Hafta sonu ise genel yayın yönetmeni arkadaşım Barış Tunay’la konuşmalarımızdan ortaya çıkan keyifli bir şey oldu. Çünkü edebiyatı ve müziği zaten hayatının merkezine koyan birisiyim. İlk defa haber kanallarında müziğin kendisinin de konuk olduğu bir program yaptık. Bununla çok gurur duyuyorum. Çünkü orada çok önemli işler yaptık. Fazıl Say-Serenad Bağcan yayını Türkiye’de bu güne kadar yapılmamış bir yayın oldu... RÖPORTAJ: MELİS GÜVENÇ FOTOĞRAF: HÜSEYİN ÖZDEMİR MİLLİYET MAGAZİN SERVİSİ Ben şunu gösterdim ki bir başka Talk Show daha var. Dolayısıyla bu iki programı aynı isimle yaptık, daha sonra Aykırı Sorular Cumartesi dedik. İlk başta seyirci programdaki halimi yadırgadı ama daha sonra sevdi. Bu benim için çok iyi oldu. Çünkü ben hafta içi o türde soru soran bir adam değilim. Hayatın lezzetleri hakkında da bir fikrim var. Ben tabiri caizse kültürel dünyayı da temsil eden, bunu aktarmaya çalışan, Türk edebiyatını da temsil eden birisi olmayı, ekranda bunları anımsatmayı isteyen biri olarak istediklerimi yaptım. Programımıza gelen kişiler de, ben de uygar insanlar olduğumuz için birbirimize tepkimiz olsa bile bunu gayri insani bir biçimde göstermeyiz. Öte taraftan sorduğum soruların temposu yüksek olabilir, ard arda sormuş olabilirim, ikna olmamış olabilirim ama asla nezaketsiz değilim. Program sonrasında, doğrudan birbirimizle kötü kalpli ilişkiler kurduğumuz insanlar olmuyor ama röportaj yapmak istediğimde siyasilerden gelmeyen, yanıt bile vermeyen oluyor. ŞEYTANIN AVUKATLIĞINI YAPIYORUM Soru sorarken sizin kendinizi kötü hissettiğiniz ya da zor durumda kaldığınız bir durum oldu mu? Bazen insan kastı aşan bir noktaya gitmiş olabilir. Bunu bazen sorduğunuz soruyla o niyette olmasanız da izleyici ya da karşınızdaki insan farklı anlayabilir. Bunun oranı yüzlerce program arasında birkaç taneyi geçmez. Bu açıdan karnem iyidir. Diğer taraftan ben şeytanın avukatlığını yapıyorum. AK Parti’liye sorduğumuz sorudan sonra AK Parti tabanından Sen zaten din düşmanısın diye eleştiri gelirken, ertesi gün CHP’liye soru sorduğunuzda Sen AK Parti yalakasısın demeleri benim için aslında doğru yerde durduğumun bir göstergesi. Bazen bazı soruları da sormamak gerekiyor. Zor durumda olan birisini hedef tahtasına oturtmak gibi olan soruları sormak doğru olmaz. Cesurluk bana bir şey ifade eden bir kavram değil. Soyut bir olgu. Cesaret fetişizmine inanan birisi değilim. ‘’Ben üçüncü kattan kendimi aşağı atarım ve ölmem’’ demek cesaret midir, yoksa çılgın bir aptallık mıdır? Dolayısıyla Türkiye’de zaman zaman cesaretin sınırları böyle tartışmalı bir hale gelecek kadar geniş tutulabiliyor. İkincisi gazetecilik yapan bir kişinin kamu adına soru sorduğu zaman işini yaptığı için cesaretle ölçülmemesi gerekir. Maalesef Türkiye’de böyle oluyor... Hangi zamanda hangi insanla olduğunuzun bir önemi vardır ve bunu doğru anlamak gerekir. Sansür ya da oto sansür bağlamında söylemiyorum ama Türkiye’nin gerilimli koşullarında gerilimi tırmandırmak elbette istemem. Soru sormak bir tür var olmak ve özgürlük biçimi. Bence Türkiye’de bu işi yapan herkes ertesi gün işsiz kalabileceğini hesaba katar... Aykırı Kumpanya fikri nerden çıktı? Profesyonel hayata 1992 yılında tiyatroyla. Oyuncu olarak sahne tozu yutmadım ama sahneyi biliyorum. Edebiyat birikimim, müziğe olan sevgim ve televizyondaki kültürel olayları takibim doğrultusunda yılda 150'ye yakın konuşma daveti almaya başladım. Bu davetlerde bana birikimlerimi yeni bir anlatıya dönüştürme gerekliliği için fikir verdi. Yakın tarihin içinde olduğu edebiyatın anlatıldığı ve bir orkestranın bize eşlik ettiği bir gösteri yapıyoruz... Yeni kitap bitti. Eylülde çok iddialı bir aşk romanı okurla buluşacak. İstanbul’a ait, İstanbullu bir roman.