Usta gazeteci Mehmet Ali Birand’ın hayat arkadaşı Cemre Birand eşine yazdığı mektupla herkesi duygulandırdı. Mektubu Twitter’daki hesabından duyuran Cemre Birand şunları yazdı; “Posta’da mektubum yayınlandı.Dün içimi dökmek için yazıp,Mehmet Ali usulü,güzel oldu diye Rıfata yolladım. Manşet oldum Memoş!” ‘İlk gece nasıl uyuduğumu bilmiyorum. Sabahım köründe uyandım, baktım sen yanımda yoksun!!! Sanki herşey normalmiş, bir bir iş gezisine çıkmışsın gibi düşünüp kendimi kandırdım! ‘Hani 10 yıl kadar önce bir akşam gelip muzip muzip gülmüş ve ‘Sana bir tapu aldım’ demiştin. O tapu çıka çıka Anadoluhisar’ındaki mezarlık tapusu çıkınca mezar aldın diye ne kızmıştım sana. İşte seni o mezara defnettik Memoş.!! Her gün Umi bize geliyor. Hep seni soruyor... 'Dede nerede?' diyor. 'Uçakta' diyorum. İnmeyen bir uçaktasın Memo. ‘Bütün Türkiye senin için ağladı.Ne kadar çok insanın kalbine, ruhuna sevgiyle dokunmuşsun. Sen bizim Memoş’umuzdun… Arkadaşım kocam, Umur’un babası, Umi’nin dedesi… Meğer sen yalnız bizim değilmişsin, senin çok sahibin varmış…’ ‘Bütün Türkiye televizyonlardan günlerce seni seyretti. Ne büyük reyting aldın Memo, bilsen ölürdün keyfinden.’ ‘Birkaç kere mezarına geldim. Ne tuhaftır ki, orada seni hiç hissedemedim.” ‘Seni üzen, kızdıran olayları bana anlattığında ‘Boşver yarına önemi kalmaz’ derdim. Bu seferki öyle bir şey değil. Boş veremiyorum. ‘Her sabah içime ateş düşüyor’ lafının ne demek olduğunu şimdi anlıyorum.’ Sonradan annem anlattı. 9 Aralık 1941 gecesi, Alman Hastanesi’nde dünyaya gelmişim. Kendimi bildiğimde, Erenköy’de 4 dönümlük bir bahçenin içindeki, her tarafı dökülmekte olan üç katlı köşk- konak karışımı bir evde kendimi buldum. Etrafımda sadece annem Mürvet ve ağabeyim Ural vardı. Bir de tavan arasında koşuşturan fareler. Babam, ben 2 yaşındayken kalp krizi sonucu ölmüş. Annem 42 yaşında iki çocukla dul ve beş parasız kalmış. İzzet Birand, Maliye Bakanlığı Kaçakçılık Şubesi’nin başındaymış. Benim tanıdığımda epeyce yaşlanmış olan köşk, babamın döneminde Erenköy’ün en eğlenceli yeriymiş. Zamanının en tanınmış şarkıcıları, Necmi Rıza Zobu veya Naşit ve Vasfi Rıza gibi tiyatrocuları her hafta toplanıp yemek yer, rakı içer, şarkılar söyler, oyunlar oynarlarmış. Benim hayatıma damgasını vurduğu yıllarda ise aynı köşkün ahı gitmiş vahı kalmıştı. Annem, babamın üç aylıklarıyla bizi ve kendini geçindirmenin çaresizliği içindeydi. Kışları, kömür sobası etrafında toplanıp ısınmaya çalışarak geçirir, haftada bir yanan alt kattaki hamamda yıkanır, günde sadece 7-8 defa sefer yapan özel bir otobüsle, kar yağdığında yollar kapanmazsa, 1 saatlik yolculukla Kadıköy’e, oradan da vapurla şehre gidip gelerek yaşardık. İşte öylesi karlı bir gece, annem 3 yaşındaki beni yıkamak için soba’nın üstünde su ısıtırken, üstünden atlamaya kalkmışım ve kovayı devirmişim. Kaynar su sol bacağımı yakmış. Böylece, hayatımın gidişini etkileyen, 5 ayrı ameliyat geçirip, toplam 1 yılımı hastanelerde geçirdiğim, ölümün ucundan bir şans eseri kurtulduğum talihsizlik dizisi başlamış. Hayat hep kötü rastlantılarla geçmez tabii. İlk şans, ilkokulu Erenköy Zihnipaşa’da tamamladıktan sonra 1955’te Galatasaray Lisesine girmemle bana gülmüş. “ Gülmüş” diyorum, zira o dönemlerde hiç farkına varmamıştım. Sonradan, bu gelişmenin beni nasıl değiştirdiğini anladım. O şansı bana, dayım Mahmut Dikerdem verdi. Dışişleri Bakanlığında küçük bir diplomattı. Çok para kazanılan bir düzeyde olmamasına rağmen, ablasının küçük oğlunun eğitimini üstlendi. Annemin beni GS Lisesinde okutacak imkanı yoktu. Dayım okul taksitlerini yüklendi. 1962‘te Lise bittikten sonra, İstanbul Üniversitesi Filoloji Fakültesinde Fransızca bölümüne girerek eğitimimi sürdürmeyi denedim, ancak olmadı. Anamın artık takati tükenmişti. Ne yapıp edip çalışmam gerekiyordu. İkinci şansım, Kenan İnal oldu. Koç Gurubu’nun önde gelen isimlerinden biriydi. Aile dostumuzdu. Vehbi Koç’un benimle ilgilenmesini sağladı. 1963’te önce İngiltere’ye ayağımdan 5 inci ve sonuncu ameliyatımı olmaya gittim. Dönüşümde de Koç Holding’e girecektim. Londra’ya giderken, GS lisesi yıllarımda tanıştığım Abdi İpekçi, Milliyet’in Londra muhabirliğini verdi. “İlginç şeyler bulursan mektupla bize bildirirsin” demişti. Ben de, ameliyat bir yanda, İngilizce öğrenme ve Milliyet’e mektupla haberler gönderme öte yanda, 1 yılımı tamamlayıp geri döndüğüm 1964 yılı Temmuzunda, Koç Holding yerine, kendimi Milliyet’te buldum.Üçüncü şansımı, yani gazetecilik hayatımı, Abdi İpekçi önüme açtı. Vehbi Koç ile konuşup “ Bırakın bir süre bizimle çalışsın. İki dili olan genç bir insan. Üstelik gazeteciliği seviyor ve yetenekli görünüyor. Bir deneyelim. Eğer yapamazsa size geri döner” deyip, Vehbi beyin onayını almıştı. Dördüncü şansım ise, Milliyet’te çalışırken karşılaştığım Cemre oldu. Onunla 1971’de evlendim ve hayat mücadelemizi birlikte götürdük. Evlilik ile birlikte cebimizde, Milliyet’in verdiği 500 dolar maaşla Brüksel maceram başladı. Milliyet’in Brüksel’deki muhabiri olmak bana çok şey kazandırdı. Hem dünya görüşümü etkiledi, hem de çok şey öğrenmemi sağladı. Eğer Brüksel’e gitmemiş, Cemre ile orada 20 yıl süreyle yaşamamış olsaydım, bugün geldiğim yerde olamazdım. Brüksel’deki gazeteciliğimin dönüm noktası da, 1974 Kıbrıs Harekatı’yla gerçekleşti. Eskiden içine kapanık ve dış ilişkileri sorunlu olan Türkiye, birden bire dünyanın gündemine girdi. Bütün gözler Ankara’ya çevrildi. Hemen her yerde ilgi odağı oldu. Amerika’nın silah ambargosu, Kıbrıs konusunu daha da ön plana çıkardı. Uluslararası ilişkiler, o döneme kadar görülmemiş derecede arttı. O zaman da, benim gibi dışarda çalışan gazetecilere ihtiyaç inanılmaz derecede yükseldi. Ancak ben de sadece Brüksel’de kalmadım, oradaki kurumlarla (NATO ve Avrupa Birliği) yetinmedim. Dışarıda yaşamanın avantajını kullandım görev sınırlarımı genişlettim. 1974’ten sonra sadece Brüksel değil, sürekli Washington, Atina, Strasbourg’a (Avrupa Konseyi için) gider oldum. Dünyam genişledi. Bilgim arttı. Brüksel, bana sadece habercilik açısından değil, kişisel gelişim açısından da çok yarar sağladı. Çalışma randımanım birkaç misli arttı. Zamanımı da iyi kullandığımdan dolayı, art arda kitaplar yazabildim. Zira kalıcı birşeyler bırakmak istiyordum. Brüksel’deki 20 yılım, kişisel olarak üretimimin en üst düzeye çıktığı dönemdi. Yazdığım ve her biri büyük ilgi toplayan kitaplarımın listesi bunun kanıtıdır: 1985’te, bir adım daha attım ve 32.GÜN adlı, aylık bir haber programını başlattım. Gazetecilik artık beni tek başına tatmin etmiyordu. Televizyon ile daha geniş kitlelere sesimi duyurmak istdedim. Uluslararası ilişkileri ele alan ve yabancı devlet adamlarını konuk eden bir program yaptım. TRT’nin durağan dilinden farklı olduğu için çok beğenildi. Aslında programı, Avrupa TV’lerinde gördüklerimi örnek alıp, izlediklerimden esinlenerek yapmıştım, ancak program beklemediğim oranda beğeni kazandı ve beni şöhrete taşıdı. Bu programın böylesine başarılı olmasında en büyük katkı Can Dündar, Mithat Bereket, Çiğdem Anat, Ali Kırca, Deniz Arman, Cüneyt Özdemir, Rıdvan Akar, Musa Çözen, Talip Korkmaz, Sacit Baydar başta olmak üzere, sayısız muhabir, kameraman ve teknisyenden gelmiştir. Yıllar boyunca 32. Gün için konuştuğum ünlülerin listesi epey büyüdü (eski Fransa Devlet Başkanı François Mitterand, Avrupa Komisyonu eski başkanı Romano Prodi, eski Fransa Devlet Başkanı Jacques Chirac, Ürdün Kralı Hüseyin ve oğlu Kral Abdullah, Suriye Devlet Başkanı Bessar Essad, eski Irak lideri Saddam Hüseyin, Rusya Federasyonu eski başkanı Gorbachov, Yeltsin, Filistin lideri Yassir Arafat, Alman Başbakanı Helmut Kohl, Schröder ve eski İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, Karamanlis, Mitsotakis, Rabin, Simon Peres vs... 1986’da bir adım daha attım ve Sovyetler Birliği yetkililerini, hem de Milliyet’i ikna edip, Moskova’da da büro açtım. Her ay Moskova’ya gider ve gelişmeleri izlerdim. Tam o sıralarda Gorbaçov dönemiyle birlikte açılım başlıyordu. Moskova-Brüksel arasında gidiş gelişler bana çok katkı yaptı. Analizlerim renklendi, bilgi dağarcığım daha da derinleşti. Bir süre sonra, TV çalışmalarımda, sadece 32.Gün’ü yapmak da beni tatmin etmedi. Gazete haberciliği yaparken nasıl kitap yazıp kalıcı birşeyler bırakmak için çırpındımsa, şimdi de TV programı yanısıra belgesel üretmek için harekete geçtim. 1989’daki KIBRIS Belgeseli, ardından DEMİRKIRAT (27 mayıs darbesini anlatan çalışma) ve arka arkaya, 12 MART-12 EYLÜL ve ÖZALLI YILLAR geldi. Bütün bunları Can Dündar ve Bülent Çaplı gibi iki dev ismin sayesinde gerçekleştirebildim. Gazeteciliğimi ve özel hayatımı, uzun sürede en fazla etkileyen olay ise 1988 yılında Lübnan’ın Beka vadisindeki PKK kampında Abdullah Öcalan ile gerçekleştirdiğim ilk röportaj oldu. Öcalan’la o ana kadar kimseye konuşmamıştı. İlk defa Milliyet’e konuşması olay oldu. Gazete toplatıldı. Röportajın yayını yasaklandı. Röportaj bir yandan da hayatımı boyunca asker ile ilişkilerimin bozulmasına neden oldu. Avrupa’da fırtına gibi geçen ve inanılmaz gazetecilik yaşamım 1991 yılına kadar sürdü. Cemre ile artık geri dönme zamanının geldiğine karar verdik. Oğlumuz Umur da ilkokulu bitirmişti. Hayatımızı ya tümüyle Brüksel’de geçirecek ya da geri dönecektik. Geri dönmeyi kararlaştırdık. Avrupa’daki yaşamımız ailece hepimize çok şey katmıştı ancak yetmişti. 1991’in haziranında, İstanbul’a yerleştik ve hayatımız tümünden değişti. Doğrusunu söylemem gerekir ki, hayatımız bir yandan karardı, öte yandan da çok renklendi. Sevdiklerimize yakın olmanın keyfine kavuştuk. İstanbul’daki yaşam asıl, uzun yıllardır çalıştığım Milliyet’te ayrılıp SABAH’a geçmem ve 32. GÜN’ü de TRT’den Show TV’ye taşımamla birlikte çok değişti. Hem o dönemlerdeki PKK terörünün artması nedeniyle esen fırtınaların arasında kaldım hem de devlet politikalarına muhalif yaklaşımım bana pahalıya mal oldu. Yıllar sonra farkına vardım ki, TRT’de açılan davalarda dahi asker parmağı varmış. Yıllarca, ardı ardına gelen mahkemelerle mücadele ettim. Çok yorucu ve üzücü dönemlerden geçtim. 1997’de ünlü 28 Şubat müdahelesine muhalefetim ve Kürt sorununda resmi ideoloji ve söyleme karşı çıkmam nedeniyle, asker tarafından andıçlandım. Genelkurmay Başkanlığı’nda hazırlanmış bir komplo sonucu, SABAH’tan kovuldum ve Show TV’deki programım da durduruldu. Asker, Kürt sorunuyla ilgili tutumumdan dolayı beni cezalandırmıştı. Hayatımda hiçbir zaman bu kadar acı çekmemiştim. Bu korkunç olay, bir yandan bana çok farklı bir dünyayı da açtı. 1997 Temmuzunda, askerden korkmayan tek patron sayılan Aydın Doğan, CNN TÜRK’ ün kuruluşunda bana görev verdi ve POSTA gazetesinde başyazı yazmaya başladım. Doğan Grubu’yla yeniden buluşmak hoştu. CNN TÜRK’te geçen yıllarım da çok güzeldi. MANŞET adlı günlük siyasi bir talk show yaptım. Program çok başarılı oldu. 2005’te de, Kanal D Ana Haber Bülteni’nin Genel Yayın Yönetmeni ve bültenin Anchor’u oldum. Hiç bilmediğim bir alandı, ancak işin içinden sanırım yüzümün akıyla çıktım. 2009’un Ocak ayında, CNN TÜRK yeniden hayatıma girdi. Türkiye’de ilk defa uygulanan bir proje için kolları sıvadım. Hem CNN TÜRK’ün, hem de Kanal D’nin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlendim. Ortak bir haber merkezi oluşturduk. Bu satırları yazana kadar da işin başında olduğuma göre, demek ki hala başarılıyım, demektir. Bütün bu yaşam sırasında yüzlerce konferansa katılıp konuşmalar yaptım, ödüller aldım. Ancak hiçbiri, Avrupa Konseyinin “Yılın Gazetecisi” (1987) , TÜYAP kitap fuarının “Yılın Yazarı” (1976), Lion klüplerinin Melvin Jones Fellow ödülü ve Fransızları Şövalye nişanı (1993) kadar beni tatmin etmedi.