26.04.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:
BİR PORTRE - ASU MARO
İstanbul Film Festivali'nin açılış gecesi... Alkışlar dinmiyor... Sahnedeki uzun boylu, "şahane" kadının heyecanı tüm salona bulaşmış sanki. Pırıltılı konuşmalar yapmaya kalkışmıyor. Sesi titreyerek "Allahım, ne kadar heyecanlıyım" diyor, bir alkış daha kopuyor. Ve Türk sinemasının en özel yüzlerinden Şerif Sezer, kendisine en çok yakışan ödülü, "Onur Ödülü"nü alıyor. İki hafta geçmeden aynı sahneye bu kez "En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü almak üzere çıkacağından haberi yok tabii...
Şerif Sezer'in hayatı başlı başına engellemelerle, yasaklamalarla, gecikmelerle dolu zorlu bir film... Az sayıda film, bol ödülle dolu "onurlu" bir yaşam onunki.
Mudanya'da başlar hikâye. Yaşsız kadınlardan Şerif Sezer, şöyle diyelim: Catherine Deneuve'le yaşıt. Üç kız kardeşin en büyüğü. Dedesinin koyduğu isminden, kendisiyle 'Kasabanın şerifi' diye dalga geçtikleri için yıllarca nefret eder. 20'sinde Paris'e gidip de 'Şeri' diye çağrıldığında barışır ismiyle.
İkiz kız kardeşlerinden birinin ölümüyle hayatı alabora olur. O 8 yaşındayken anne babası ayrılır ve annesi Ankara'ya gider. Babasının ailesi engellediği için 6 yıl göremez annesini. Uzun boylu, gösterişli bir kızdır. Küçük kasabada başa beladır bu. Bir an önce evlensin isteyen amcası dikiş kursuna gönderir onu.
İlk kaçış, ilk heves...
Bu arada annesi bir arkadaşı vasıtasıyla kızına ulaşır. 14 yaşındaki Şerif, bütün cesaretini toplar, nüfus kâğıdını ve ilkokul diplomasını alıp annesinin yanına kaçar. "Annemin yanındayım, dönmeyeceğim" diye bir telgraf gönderir babasına da.
Ortaokul yaşı geçmiştir tabii. Küçüklerle okumaya çekindiği için kız enstitüsüne yazılır. Çok akıllı ve çalışkandır. Sonunda bir öğretmeninin teşvikiyle yandaki ortaokula gider, müdürün karşısına çıkar ve "Ben burada okumak istiyorum" der. Deli gibi çalışıp sınavlara girer ve orta üçe gitmeye hak kazanır.
Oyunculuk gibi bir hayali hiç yoktur o yıllarda. Bir gün konservatuvarda sahnelenen "Anne Frank'ın Hatıra Defteri"ne davetiye geçer eline. Oynayan Işık Yenersu. Hem oyun hem okul büyüler onu. Cebeci'den her geçişinde binaya bakmaktan boynu tutulur neredeyse... Lise ikiye geçtiğinde kazanır sınavı ve hemen yatılı olarak konservatuvara başlar.
Paris'te geçen 6 yıldan sonra
Konservatuvar yılları rüya gibidir... Efsane hocalar, gece gezmeleri... Okul çevresinde Siyasal'da okuyan bir gençle tanışıp evlenir. Mezun olunca Paris'e giderler. Kocası doktora yaparken Şerif Sezer de Fransızca öğrenir. Bir yandan evin geçimini sağlamak için otellerde çalışır, temizlik yapar, çocuk bakar, diktiği elbiseleri yazları Saint Tropez'de pazarda satar.
6 yıl sonra tatil için İstanbul'a gelir ve bir daha boşanmak için döner Paris'e... Ama onu Türkiye'de de dikensiz gül bahçesi beklemez. Devlet Tiyatrosu'nda kadro yoktur, Sheraton'da garsonluk yapar 4 yıl.
Bu arada Paris'teyken tanıştığı Azmi Arna ile ikinci evliliğini yapmıştır. Sahneye çıkamadığı için çok mutsuzdur. İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda kadro çıkar çıkmaz otelde kazandığının dörtte birine güle oynaya razı olur. Sene 1979'dur ve epey zaman kaybetmiştir sahnelerden uzakta... Kamera cazip gelmez o günlerde. Arkadaşı Sinan Çetin'den gelen ilk rol teklifini kabul etmez. Derken "Bir Günün Hikâyesi"ni önerir Çetin ve bu kez razı eder Şerif Sezer'i. Ve tiyatroya vurulduğu gibi sinemaya tutulur bu kez.
'Sevincim kursağımda kaldı'
Bir ödüller, bir de yasaklar damga vurur sinema kariyerine. İlk filmi, 12 Eylül yüzünden uzun süre gün ışığına çıkamaz. Ama Zeki Ökten montaj stüdyosunda filmi görür ve Şerif Sezer'in fotoğraflarını Isparta Cezaevi'nde yatan Yılmaz Güney'e götürür. Böylece Sezer'in sinema macerası belki de başlamadan bitecekken efsane "Yol" çıkar ortaya.
Film Cannes'da ödül alır, ama oyuncuların hiçbiri yurtdışına çıkamaz, uzun süre izleyemezler filmi. Türk izleyicisi ise 17 yıl sonra görebilecektir "Yol"u sinemalarda. Hemen ardından "Hakkari'de Bir Mevsim" gelir. Sezer, Berlin'de Gümüş Ayı alan filminin galasına yetişmeye çalışırken Emek Sineması'ndan kendisine doğru yürüyen insanları gördüğü anı hiç unutmaz. Albaylar durdurmuştur galayı. "Sevincim kursağımda kaldı. Onlar benim en güzel filmlerim. O keyfi yaşatmadılar bize" diye anlatır o dönemi.
Çağan Irmak'ın 'divası'
Bu arada kızı Deniz dünyaya gelir ve sinemaya uzun bir ara verir. 1988'de ona Ankara Film Festivali'nden hayatının ilk 'En İyi Kadın Oyuncu' ödülünü kazandıracak "Herşeye Rağmen"de, ardından da "Camdan Kalp", "Av Zamanı" gibi iz bırakanların da olduğu 10 kadar filmde daha oynar. Ancak onun asıl 'yeniden doğuşu' "Asmalı Konak"la olur.
Dizi ona hem çoktan hak ettiği şöhreti, hem de kendisinden 'divam' diye söz eden Çağan Irmak'ı kazandırır. "Mustafa Hakkında Herşey"i, "Çemberimde Gül Oya" ve ona "En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü kazandıracak "Babam ve Oğlum" izler.
Dizi ve filmleri popüler olurken, o gizlenmeyi, öne çıkmamayı tercih ediyor. Heyecanlı, hatta utangaç biri. İsteği, göze batmadan hayatın içine karışmak. Her zamanki gibi pazara, sinemaya gidiyor. "Doğal olmayan hiçbir şeyi sevmez" diyor dostları onun için. Kilo almaktan korkar, sağlıklı beslenir, sahilde yürümeyi severmiş. Baharda Sapanca'da ağaçtan meyve toplarken, yazları Gümüşlük'te kanasta oynarken karşılaşabilirsiniz onunla. Olanca samimiyeti, sadeliği ve "gerçek"liğiyle. Filmlerindeki gibi tıpkı... Çünkü "kamera aynadan daha şeffaf" ona göre.