22.02.2016 - 02:30 | Son Güncellenme:
Nil Kural Berlinale'yi izliyor
İtalyan sinemacı Gianfranco Rosi, ‘Fuacoammare’yle 66. Berlin Film Festivali’nden ‘Altın Ayı’ alarak festival tarihinde ilk kez bir belgeselle büyük ödüle uzanan isim oldu. Aynı zamanda bir önceki filmi ‘Sacro GRA’ ile 2013’te Venedik’ten ‘Altın Aslan’la dönen İtalyan belgeselci, üst üste iki büyük ödülü alarak çok nadir bir başarıya imza attı.
Göçmenlerin bulunduğu teknelerinin Avrupa’ya ulaşmasında önemli bir nokta olan Lampedusa Adası’nda gündelik hayatı bir çocuğu merkeze alarak gösteren ve göçmenlerle ada sakinlerinin hayatlarının birbirine dokunmadığına izleyicisini şahit eden Rosi ile Berlin Film Festivali’nde bir araya geldik ve ‘Fuacoammare’yi konuştuk.
- Filminize belgesel diyebilir miyiz, yoksa yeni gerçekçi bir film örneği mi?
Belgesel. Yeni gerçekçi sinemadan sokaktan insanlar bulup yazılmış bir senaryoyu oynatırlar. Filmimdeki insanlar, kendileri. Onlara hiçbir zaman ne yapmaları, ne demeleri gerektiğini söylemem. Filmde kurmaca tek bir sahne var:
Çocuk ve suya dalan bir dalgıcın olduğu sahne. Aralarında bir iletişim olsun istedim ama olmuyordu. Dalgıca ‘Şuradan yürür müsün?’ dedim. O kadar. Filmim bir belgesel ama belgeselin o kadar fazla türü var ki... Bir film çektiğimde bu, benim bakış açımı gösterir ve bana şiirsellik için alan açılır. Maalesef bunların hepsi Michael Moore tarafından katledildi. Michael Moore, belgeseli öldürüp propaganda ve eğlence filmleri çekti. Benim için belgesel bir yaratıcının bakış açısını taşır, araştırırken kendi gerçekliğini bulursun ve herkesin gerçeği farklıdır. Benim için bir belgeselin hakikati, konu aldığınız insanların hakikatini yansıtmaktır. Bu filmde ağırlıklı olarak bir çocukla çalıştım ve onun iç dünyasıyla ben de bağ kuruyorum. Onun büyüme sancıları, benim de dünyayı anlama çabam.
‘Haber yapıp ilgilenmiyorlar’
- Filmde neden çocuklarla çalışmak istediniz?
Lampedusa adasının kimliğini çocuklarla çalışarak bulabileceğimi biliyordum. 1.5 yıl orada yaşadım. Orada yaşayan insanlar ve göçmenler arasında bir mesafe var. Halk, gazetecilerden nefret ediyor. Son gittiğimde gazetecilere taş atıyorlardı. Çünkü gazeteciler, bir trajedi yaşandığında oraya gidiyor, o trajediyle ilgili haber yapıyor, sonra ilgilenmiyor. İnsanlar Lampedusa yakınında 150 kişi ölmüş haberini duyuyor, “Vah vah yazık,” diyor, o kadar. Sayılar, sayılar. Filmi çekerken ben de bir trajediye şahit oldum, ölüm bana da ulaştı. Göz teması kurdum. 200 kişi öldü cümlesini duymak ve görmek arasında büyük bir fark var.
Biri dedi ki: “Gazetecilerin işi bittiğinde Fuacoammare başlıyor”. Doğru. Ben bir trajediden sonra gittim ve 1.5 yıl kaldım. 4 yıl gerekirse 4 yıl kalırım. Adadaki insanların göçmenlerle bağı yok ve çocuğa limana götürüp tekneden inen Afrikalı çocuklara baktırsaydım, Lampedusa’nın gerçeğini yakalamış olmayacaktım.
‘Spielberg gibi’
- Merkeze aldığınız çocuğun göz tembelliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Evet, çok açık bir metafor. Filmin adı da ‘göz tembelliği’ olabilirdi. Hepimiz göz tembelliğinden mustaribiz ve de zihin tembelliğinden. Tabii tesadüfen oldu çocukta göz tembelliği çıkması. Ama bazen hakikat sizi şaşırtır. Çocuk ve doktor arasındaki sahneyi, hiçbir senarist yazamaz, hiçbir oyuncu oynayamaz.
Daha gerçekçi gözüksün diye kamerayı sallayanlardan hiç hoşlanmıyorum. Benim için sinema dili önemli. Işık, ses ve kadrajlar çok önemli. Spielberg kurmacasını nasıl çekiyorsa ben de belgeselimi öyle çekiyorum. En iyi kamera, en iyi kadrajı hazırlıyorum ama çekerken düşünmüyorum.
‘Asıl zor olan şahit olmak’
- İşinizin en önemli kısımlarından biri, çektiğiniz insanların güvenini kazanmak değil mi? Lampedusa’da yaşayanların ve göçmen kurtarma operasyonları düzenleyen ekiplerin güvenini nasıl kazandınız?
Evet, son kazanmam gereken de izleyicinin güveni. ‘Sacro GRA’, İtalya’da 3 hafta gösterimde kaldı, televizyonda gösterildi. İnsanlar nasıl filmler çektiğimi biliyordu. Herkes bana güvendi. Kurtarma operasyonlarını takip etmeye başladığımda beni arkada bir bota aldılar, 20 gün hiçbir şey çekemedim. Ama ekibi tanıdım, onlarla iletişim kurdum. Sonra öndeki botlara yerleştirdiler.
İşte o zaman trajedilere şahit oldum. Ölüm vardığında ve benden içeri gidip çekmemi istediklerinde, ben çekmek istemedim. Şefleri dedi ki bunu göstermek zorundasın. Gaz odasının kapısında duyup içeriyi çekmemek gibi.
Dünyanın bunların görmesi lazımdı. Zor olan onu ölümü çekmek değil, orada olmak, şahit olmak.
‘Amacım bir bilinç yaratmak’
- Filmle neyi amaçlıyorsunuz?
Bir bilinç yaratabilmek. Bu, savaşlardan beri yaşanan en büyük trajedi. Gaz odalarından insanların savaştan sonra haberi oldu. Bilmiyorduk dediler. Ama şimdi göçmenleri biliyoruz. Dünyadaki her insan bundan sorumlu. Hepimiz sorumluyuz. Kafamızı çeviriyoruz. 5 bin Suriyeli alalım mı diye düşünürken, sırf dün Lampedusa’ya 5 bin kişi vardı. Nasıl iklim konusunu herkes bir araya gelip konuşuyorsa, göçmenleri de herkesin bir araya gelip konuşması ve bir çözüm bulması lazım. 10 milyon hareket ediyor. Duvar mı inşa edeceğiz? İnşa ettiğimiz en büyük duvar da zihinlerin duvarı. Fransa istemiyor, İtalya istemiyor diye 10 milyon duracak mı?