Cemil Ertem

Cemil Ertem

dr.cemilertem@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Türkiye’nin gündeminde olan değişim sürecinin 15 Temmuz darbe girişimiyle hızlandığı artık tartışmasız bir gerçek. Yeni anayasa ve başkanlık sistemi, hiç şüphesiz ki, Türkiye için bir sistem değişikliği... Bu köklü -niteliksel- değişikliğin ekonomik gidişatı nasıl değiştireceği tabii önemli bir tartışma konusu ama şunu da söyleyebiliriz; ekonomide olması gereken, ekonomik sürecin dayattığı değişim talebi, önümüze gelen siyasal değişimi de belirliyor ve yönlendiriyor.
Benim buradaki gözlemim şudur; özellikle Türkiye’nin ana sermaye grupları, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, çok uzun bir süreden beri savunduğu yeni Türkiye vizyonunu, bu süreçte masaya yatırma ve anlama doğrultusunda bir irade gösteriyor.
Esasında, tarihsel olarak baktığımızda, aşağıdan gelen ve eski ekonomiyi tasfiye ederek yeni bir sermaye gücü olan sınıflar, siyasi iktidarları da kendilerine ayak uydurması doğrultusunda zorlarlar hatta bu zorlama yeterli olmazsa siyaset kurumunu “eski” ilan ederek kökten değiştirirler.
Tabii böyle tarihsel toplumsal bir değişimin en özlü örneği İngiltere’deki “devrim” çağıdır. 17. yüzyılın hemen başında, şimdiki Birleşik Krallık coğrafyasında başlayan bu süreç, tam bir yüzyıl sürmüş ve sanayi evrimiyle buluşarak, önündeki iki yüzyılı (19 ve 20. yy) belirlemiştir.
Türkiye’de ise aşağıdan gelen sermaye gücünün devleti ve siyaseti yapılandırması gibi bir süreç izlemedik. İngiltere başta olmak üzere, sanayi devriminin yapıcısı ve onun paradigmasını devam ettiren güçler ve devletler, kendileri dışındaki ülkelerdeki ve bölgelerdeki siyaseti dizayn ederek, bu ülke ve bölgelerin de ekonomisini belirlemiş ve bu ekonomide kendilerine “bağımlı” bir sermaye gücü oluşturmuşlardı. Böyle olunca, son iki yüzyılda, sanayi devrimi ve öncesinde hakim sermaye olarak sistemi belirleyen gücün çıkarları dışında, hiçbir ülkenin, bölgenin çıkarları konuşulmamıştır. Bunu konuşmaya kalkanlar da iç savaş, bölgesel savaş süreçlerinde ve darbelerle tesis edilen diktatörlüklerle yok edilmiştir.
Dağılma süreci...
Tam şimdi bu paradigmanın yıkılma sürecine tanık oluyoruz. Yalnız Türkiye’de ve gelişmekte olan ülkelerde değil, örneğin Avrupa Birliği ve Birleşik Krallık gibi iddialı ve köklü ekonomik ve siyasi birliklerde de tam bir arayış/dağılma süreci var. İşin ilginç yanı, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, bu ülkelerde de -eski hakim sermaye gücünden bağımsız- yeni bir sermaye gücü ortaya çıkıyor ve bu siyasete de yansıyor. Ancak tabii ki Türkiye, hem Avrupa hem de Ortadoğu’daki değişimi omuzlayacak bir güç olması dolayısıyla ve de bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi gücüne bağlı olarak belirleyici olacak. Sanayi devrimi öncesi başlayan ve şimdiye değin olan süreci belirleyen ülke, bilindiği gibi, İngiltere idi.
Şimdi Türkiye’deki anayasa ve başkanlık sistemi değişikliğini bir belirsizlik olarak gören ve bunun ekonomiye olan etkisinin olumsuz olacağını söyleyenlerin, bu çerçevede, çok yanlış bir okuma yaptıklarını söyleyebiliriz. Çünkü hem Türkiye çıkışlı ana sermaye gücü hem de Körfez ve Doğu Avrupa kökenli sermaye yapıları için temel çıkış ve yeni konsolidasyonun merkezi Türkiye’dir. Dolayısıyla, başkanlık sistemine geçiş için yapılması gereken referandum gibi dönemeçler istikrarsızlığa değil, istikrara doğru atılacak güçlü adımlardır.
Düzeni kuran...
Ancak, öte yandan, örneğin Birleşik Krallık da Türkiye’den çok daha büyük bir değişime gebe... Şimdiki paradigmanın -düzenin-kurucusunun da düzeni kökten sarsılıyor. Birleşik Krallığı oluşturan İngiltere dışındaki üç devlet bağımsızlık meselesini şimdi çok daha sahici olarak tartışıyor. İngiltere’nin Brexit süreciyle birlikte AB’den ayrılması yalnız İngiltere’nin AB ortak pazarından ve siyasi-parasal yapılanmasından kopma meselesi değildir. İngiltere’nin yaptığı, 19. - 20. yüzyılda devem eden düzenin artık böyle devam edemeyeceğini görmesi ve yeni dönemi AB’den bağımsız hatta onunla rekabet ederek oluşturma adımıdır. Bütün bir 20. yüzyıl boyunca bağımsızlık mücadelesi veren K. İrlanda’yı bir kenara koyun, bugün İskoçya da Birleşik Krallık ile ilişkisini tartışıyor. İskoçya’nın sınırları içinde bulunan Kuzey Denizi kaynaklarının, tıpkı Irak kaynakları gibi, büyük bölümü denizin dibinde uyutuldu. İngiliz kökenli uluslararası sermayenin çekip çevirdiği bu zenginlikten İskoçya yeteri kadar yararlanamadı.
Brexit’i inşa eden David Cameron, İskoçya’nın bağımsızlık referandumundan önce, Kuzey Denizi petrollerinin Britanya’nın başarısı olduğunu ve bu sektörün Birleşik Krallık’ın güçlü omuzlarına bugün daha fazla ihtiyacı olduğunu iddia ediyordu. Cameron’un 20. yüzyıl paradigmasıyla düşündüğünü Brexit konusundaki öngörüsüzlüğüyle görmüş olduk.
Şimdi, sanayi devriminin bilimsel ve düşünsel sınırlarını belirleyen İskoçya, İngiltere’nin commonwealth (ortak refah-zenginlik) kandırmacasıyla kaynaklarına el konulan bir ülke olduğunu görüyor. Önce İngiltere’nin, sonra da ABD’nin işgal ederek, kaynaklara el koyarak sürdürdüğü düzen artık bitiyor.
Türkiye değişiyor ama yalnız Türkiye değil, bu sistemi inşa etmeye başlayan İngiltere’nin de commonwealth’ı yani Birleşik Krallığı değişiyor. Bu anlamda Türkiye’deki “Misak-ı Milli” tartışması ile Birleşik Krallık’taki Kuzey Denizi kaynakları tartışması aynı tartışmadır. Eğer yeni bir commonwealth, yani ortak refah kuracaksak, buradaki öncelik şimdiye kadar mazlum olanlara aittir.