Soğuk Savaşın bitmesi ve Sovyetlerin 90’lı yılların başından itibaren ABD ile girdiği hegemonya savaşını bırakmasıyla Amerika, adeta bir yeni imparatorluk stratejisi ile sistemin tek hegemonik gücü olmaya soyundu. Ama burada tarihsel bir sorun vardı. ABD’nin yeniden -Sovyetler olmadan- tesis etmek istediği imparatorluk, 20. yüzyılla birlikte ortaya çıkan iktisadi ve siyasi paradigmaya dayanıyordu. Bu paradigma, teknolojiyi yalnız Batı’da tutan ve bu yolla teknoloji rantını kullanan, Doğu’nun, beşeri sermaye dahil, kaynaklarını “çağdaş” para ve maliye politikalarıyla Batı’ya aktaran ve böylece dünyanın doğusunda ve güneyinde gelir dağılımı bozarak yoksulluğu, çaresizliği, açlığı yukarı çeken bir kriz hali idi. Bu kriz durumu, aynı zamanda, gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerin siyasi ve ekonomik dengelerini bozuyor ve Batı’nın krizi, aynı zamanda, ulus-devletlerin krizi olarak da tezahür ediyordu. Doksanlı yılların ortalarından itibaren başlayan ve domino etkisi oluşturarak, bütün gelişmekte olan ülkeleri dolaşan finansal krizler esasında 2008’de patlayacak olan büyük krizin öncüsü idi. Tabii bu arada başta Ortadoğu’da olmak üzere, Sovyetlerin dengesi ile de ayakta duran ulus-devletler ya da devletçikler da sallanmaya başladı. Örneğin Baas iktidarları Irak ve Suriye’de uzun süre-eskisi gibi- ayakta kalamayacaklarının işaretlerini vermeye başladılar.
Terörün kaynakları
Ama bu arada ABD’nin Soğuk Savaş sırasında bu coğrafyada oluşturduğu ve Sovyetlere karşı kullandığı bütün paramiliter yapılar açıkta kaldı ve Afganistan, Pakistan gibi coğrafyalarda denetim dışı örgütlerin temelleri atıldı. Artan yoksulluk ve eriyen ulus-devlet otoriteleri bu örgütlerin yeni küresel bir terör dalgası oluşturacak güce, kısa zamanda, eriştirdi ve 11 Eylül 2001’i bu süreç ortaya çıkardı. Aslında 9/11, ABD için sonu belli ama kaçınılmaz çıkmaz sokağın adıydı. ABD, Ortadoğu’da çözülen ulus-devletleri yeni bir işgal siyaseti ile yeniden kendi ekseninde kuracağını sandı. Ancak, hızla yaklaşan krizin kendi krizi olduğunu ve Obama iktidarı ile birlikte ABD’nin kalbinde patlayacağını hesap edemedi. Bush’un işgal siyasetinin sonu olmadığını ABD’ye kriz öğretti ama kriz, Ortadoğu’dan daha büyük sistemik bir sorunu da açık etti.
Pasifik Asya ve Çin bütün dengeleri değiştirecek yeni bir dünyanın adımlarını atmaya başlamışlardı. Batı’nın teknolojik üstünlüğü diye bir şey yoktu artık. 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan para sistemi ise Çin’in insafına bağlıydı. Çin’in ABD’yi finanse etmemesi gibi bir durumda yalnız ABD değil, sistem çökebilirdi. Böylece ABD siyasi ve ekonomik meşguliyetini, Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika gibi temel kontrol alanlarından ziyade Pasifik’e kaydırdı.
Türkiye faktörü...
Ancak, G. Kore’nin Çin’in yaptığını savunma sanayi gibi temel alanlarda Rusya’nın ve İran yapmaması için hiç bir neden yoktu. Nitekim öyle oldu. ABD’nin Avrupa’dan Kafkasya’ya kadar olan coğrafyada 2008’de “elle tutulur” tek stratejik müttefiki kalmıştı: Türkiye... Ama Türkiye’de de, 2002’den itibaren AK Parti ile yeni bir siyasi oluşum ortaya çıkıyordu. Ve bu oluşum, vesayetçi siyaseti ve dışarıya kaynak aktaran yeni sömürgeci ekonomi anlayışını lideri Erdoğan’la sorgulamaya başlamıştı. Yani bir bakıma Pasifik ülkelerinin yaptığını Türkiye’de yapabileceğini ve bu yolla Avrupa’nın da, ABD’nin de krizinden zarar görmeyeceğini hatta bu krizi fırsata çevireceğini fark etmişti. Batı’da krizin patladığı yıl olan 2008’de Türkiye, Erdoğan’ın inisiyatifiyle krizin kurumlarından biri olan IMF ile ilişkisini kesti.
İşte olanlar bundan sonra olmaya başladı. Önce eski vesayet sisteminin bütün güçleri devreye girdi. Sonra yeni tip bir Gladio örgütü olan FETÖ devreye sokuldu. 2008’den 15 Temmuz 2016’ya kadar olan süreç ortadadır. Ve Erdoğan’a, bütün bu süreçte, hem Başbakan iken hem de Cumhurbaşkanı iken yapılmak istenen açıktır. Etkisi olmayan bir Cumhurbaşkanı hedefinden darbe ile devrilen bir Cumhurbaşkanı’na kadar her yolu denediler.
Suriye iç savaşı ve Irak işgali, ABD’nin Türkiye gibi ülkeleri yeni döneme göre dizayn etmek doğrultusunda bütün bu bölgeyi istikrarsızlaştırmak için yarattığı sıcak çatışma alanlarıdır ve bu sıcak çatışma alanları, aslında ABD’nin DEAŞ, YPG gibi örgütleri denetlediği ölçüde ABD’nin konvansiyonel askeri ve operasyon bölgeleri olarak düşünülmüştür. Örneğin bu süreçte ABD, Irak Kürtlerinin kuzeyde bağımsızlık ilan etmesinden ve burada Türkiye’ye bağlı yeni bir istikrar alanı oluşmasından çok korkmuş ve bunu engellemiştir. Tabii bu konuda AB’de-özellikle- Almanya ABD’den çok farklı bir yerde durmamıştır. Ancak Suriye iç savaşı ve Irak’taki durum, başta mülteci sorunu AB’yi de tehdit eder hale gelince, bu-Rusya ve İran faktörü ile birlikte- ABD için sürdürülebilir bir kart olmaktan çıkmıştır.
Suriye’de savaşın bitmesi ve Irak’ta yeni bir istikrar hali, eğer güçlü bir Türkiye ile birlikte olursa, ABD’nin Pasifikte olan endişesinin bu bölgeye taşınacağı hatta Asya kalkınmasının Türkiye’den devam edeceği açıktır. Bu durumda bölgede ABD, enerji ve ticari geçişlerde oyun gücünü Türkiye ve diğer bölge ülkeleri ile paylaşmak zorunda kalır. Bu, Türkiye ve bölge için iyi senaryo, özellikle ABD’li neoconlar için kötü senaryo idi.
Bunun için ABD’nin neocon tarafı, 15 Temmuz’da bölgede DEAŞ ve PKK dışında en önemli örgütlü aracı olan FETÖ’yü kullanarak Türkiye’de darbe yapmaya kalktı. 15 Temmuz başarılı olsaydı Ortadoğu’da başlayan Balkanlaştırma Türkiye’ye sıçrayacak ve yeni manda niteliğinde uydu küçük devletçiklerle örülü yeni bir Ortadoğu ve Türkiye haritası ile karşı karşıya kalacaktık.
15 Temmuz’da yenildiler ve Türkiye, bölge barışı için Suriye’ye girdi. Bu yeni bir dönemin başlangıcıdır. ABD’nin de artık eski dünyanın 20. yüzyılda kaldığını öğrendiği bir gündür.