Karen Armstrong’un “Tanrı’nın Tarihi” adlı kitabında belirttiği gibi, Yahudilerin, kendilerinin “seçilmiş halk” olduğu yolundaki inançlarını eleştirenler, o dönemde putperestliğe karşı uygulanan şiddetin ateşlenmesinin de sorumlusu olagelmişlerdir. Her üç tektanrıcı inanç da kendi tarihlerinde, farklı zamanlarda benzer seçim teolojileri geliştirmişler; hatta bazen, hayal edilenden daha da korkunç sorunlar ortaya çıkmıştır. Batı Hıristiyanları da kendilerinin Tanrı’nın gözdeleri olduğunu düşünmeye özel bir eğilim göstermişlerdir. 11 ve 12’nci yüzyıllarda Haçlılar, Yahudi ve Müslümanlara karşı giriştikleri kutsal savaşı, kendilerinin Yahudilerin çoktandır kaybettiği tanrısal misyonu devralmış; yani “seçilmiş halk” oldukları iddiasıyla meşrulaştırmışlardır.
Aslında, “haçlı seferleri” hâlâ tamamen bitmiş değildir. “Medeniyetler çatışması” denilen olgu, Hıristiyanlar ve Yahudilerin Müslümanlarla çatışmasıdır. Irak’ta yaşananlar bile bunun bir parçasıdır.
‘Kâbe’ hep kutsaldı
Bütün Mekkeliler, Arabistan’ın en kutsal yeri olan Kâbe ile övünüyorlardı. Her yıl yarımadanın her yerinden Araplar hac için Mekke’ye geliyor, birkaç gün boyunca geleneksel ritüellerini uyguluyorlardı. Kutsal yerin çevresinde bütün şiddet eylemleri yasaklanmıştı ve Araplar Mekke’de, eski aşiret düşmanlıklarının askıya alındığını bilerek, barış içinde ticaret yapabiliyorlardı.
Kureyşliler kutsal yer olmadan ticari başarılarını ve öteki aşiretler arasındaki, Kâbe’nin muhafızlığından ve eski kutsal mekânların koruyuculuğundan kaynaklanan prestijleri elde edemeyeceklerinin farkındaydılar. Fakat Kureyş’in “Allah tarafından seçilmiş” olduğunun bilinmesine karşın, onlara hiçbir zaman peygamber (İbrahim, Musa veya İsa gibi) gönderilmemişti ve Arapların kendi dillerinde kutsal kitapları yoktu.
Arapların temasa geçtikleri Yahudi ve Hıristiyanlar, onlara Tanrı’dan vahiy almamış barbar bir halk diye meydan okuyorlardı. Araplar, kendilerinin bilmediklerini bilen bu halklara karşı gücenme ve saygıyla karışık duygular içindeydiler.
Suriye’deki bazı Araplar, İbrahim Peygamberi takip ediyorlardı. İbrahim Peygamber, Allah daha Tevrat’ı ve İncil’i göndermeden yaşamıştı ve dolayısıyla, ne Yahudi ne de Hıristiyan’dı. Mekke’de Kureyş’ten dört kişi İbrahim Peygamber’in dini Hanefiliği benimsemişti.
Hazreti Muhammed S.A.V.
Peygamberimiz, kendisine bir meleğin göründüğünü ve kısa bir emir verdiğini anlatmaktadır: “Oku!”(İkra). Yahudi peygamberlerin genellikle Tanrı kelamını söylemekten çekinmeleri gibi Peygamberimiz de, “Ben okuma bilmem” diyerek itiraz etmiştir. Anlatıma göre, melek onu çok büyük bir güçle sınamış ve bütün soluğunun kesildiğini hissettirmiştir. Artık daha fazla dayanamayacağını hissettiği anda, melek onu bırakmış ve tekrar, “Oku!”(İkra) diye emretmiştir. Hz. Muhammed S.A.V. tekrar etmiş ve melek bu kez onu dayanma gücünün sonuna kadar sıkmıştır. Üçüncü korkunç sıkmadan sonra, Hz. Muhammed S.A.V. ağzından yeni bir kitabın ilk sözlerinin döküldüğünü duymuştur:
İnsanı pıhtılaşmış kandan yaratan “Rabbi”nin adıyla oku! Oku! İnsana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir.