Ahmet Emin Yalman’ın “Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye” kitabına göre, İmparatorluk, güçlü olduğu zamanlarda, bu gücünü büyük ölçüde hangi şehzadenin padişah olacağını belirleyen bir tür seçim mekanizması sayesinde korumuştu. Yöneticiler bulundukları makama erdem, uygunluk, eğitim ve becerileri nedeniyle getirilmişlerdi. Gerileme devrine gelindiğinde ise, yalnızca kurnaz, iltimasçı ve sefih olanlar mevkilerini muhafaza edebiliyorlardı. Son derece uygunsuz kimselerin donanma komutanı yapıldığı ya da yeniçerilere paşa tayin edildiğinin örnekleri mevcuttur.
Bir kaide olarak makamlar, nüfuzlu kimseler tarafından, “satın alanın görevini kötüye kullanırken her türlü keyfi yola başvuracağı bilinerek ve elde ettiği kazancı İstanbul’daki hamisiyle paylaşacağı anlayışıyla”, en yüksek fiyatı verene satılırdı. Bu makamlar, yeni kazanç kapıları anlamına geldiği için, makam sahipleri, baştan başlayabilsin ve halkın birikimlerini sonuna kadar sömürsün diye sık sık değiştirilirdi. İstanbul’da iktidarda olanlar da yabancı devletlerin hediye ve rüşvetlerinden büyük gelir elde ediyorlardı.
Kişisel servetler
Kişisel servetler muazzamdı. Gerileme döneminin ilk yıllarında, yetenekli bir sadrazam olan Sokullu Mehmet Paşa’nın kişisel harcaması yılda 18 milyon dukaydı. Öldüğü zaman ise 22 milyon altın değerinde bir servet bıraktı. Resmi alandaki rüşvetçiliğin diğer temsilcilerinin de 8-10 milyon altınlık servetleri vardı.
Bununla beraber, servetlerini yaşarken son kuruşuna kadar harcamakta haklıydılar. Çünkü servet, sahipleri hayatta kaldığı sürece ona aitti. Ölüm her an gelebilirdi; iktidar bir rakibin eline geçebilirdi. Sahibinin ölümü halinde, tüm servetine el konulurdu. Bunu önlemek için kişinin servetini sağlığında camiler, dini kuruluşlar, okullar, aşevleri gibi dini vakıflara yatırması âdet haline gelmişti.
Vakfedenin vârisleri, bu vakıfların daimi vârisi tayin edilerek, gelir elde edebilmelerine imkân sağlanırdı. Öte yandan, kişinin servetine dikkat çekmemesi gerekirdi. Bu kişiler, adlarının arkasına “fakir” sıfatı ekleyerek kendinden sonra gelecekleri bu yolla aldatmaya çalışırlardı. Servet sahibi kimselerin evlerinin dışarıdan görünüşü çok basit ve sadeydi. İçerisi ise, tam tersi.
İsyanlar
Istırap çeken vatandaşlar, bu kötü idareyi, teslimiyetçilik ya da kadercilik nedeniyle, kabullendiler. Bazen, rüşvetin bir kısmı vatandaşa da dağıtılır, ses çıkarmaları önlenirdi.
Bıçak kemiğe dayanınca, isyanlar da olur; her defasında merhametsizce bastırılırdı. Celali İsyanları’nda 100 bin köylü hayatını yitirdi. Diğer büyük isyanlarda ölenlerin sayısı da 30 binden az değildi. 1656 yılında, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa, 36 bin kişiyi idama mahkûm etti; cellatlarından biri, 4 binini kendi elleriyle öldürdü. III. Murad, kendisine kötü haber getirme cüretini göstereni derhal öldürtüyordu.
Kadercilik
16. yüzyılın başında, Osmanlı ordusu başarının sırrının teknik donanım ve düzenlemelerde olduğunu keşfetti. 1512 yılında, az sayıda Türk, merkezden 1600 km daha uzakta, Çaldıran’da koca bir İran ordusunu savaş meydanında attıkları toplar sayesinde yendi. Silahların bu en modernine bağımlılık, o dönemde Avrupa’da bile olağan değildi. Bazıları ise, “Top kullanımına bu denli istekli olmak suçtur. Cesur insanlara yakışmaz” diyordu.
Sonuçta, 1605’teki Osmanlı-İran Savaşı’nda (Tebriz Seferi), Türkler savaş meydanına az sayıda top yerleştirebildiler. Bunlar, Doğu ticareti için birbirleriyle rekabet ederken, İngilizler ve Portekizliler tarafından Osmanlılara hediye olarak verilmiş toplardı.
Yöneticiler ulusal var olma mücadelesinde ileri teknik donanımın değerini anlasalar da, din adamları her türlü yeniliğe karşı çıkıyorlardı. Yeniçeriler ise, yeni silahları, eskiden beri süren yöntemlerine müdahale olarak görüyorlardı.
Herhangi bir iş yapmada yeni bir yöntem benimsenemezdi. Çünkü bütün bu yöntemler, Avrupa’dan geliyordu ve anarşi, düzensizlik ve gericilikten menfaat temin edenler tarafından “münafık ve kâfir” icadı olarak lanetleniyorlardı. Bu aşırı propaganda sıradan insanları kandırmaya yetmiyordu ama örgütlü olamadıklarından buna karşı mücadele etmeleri mümkün değildi.
On yedinci yüzyılda, sık sık şu sözlere rastlanıyordu: “Servet arıyorsan Hindistan’a; öğrenmek ve bilgi sahibi olmak istiyorsan Avrupa’ya git. Saray ihtişamı istiyorsan, Osmanlı İmparatorluğu’na gel.”
Yenilikler
1789’ tahta çıkan III. Selim, Fransız uzmanların yardımıyla yeni askeri okullar kurdurdu; “Nizam-ı Cedit” adlı bir ordu ihdas edildi. Yeni bir askeri teçhizat deposu ve ağır topçu silahlar da bu askeri reformun bir parçasıydı. Aynı zamanda yeni fikirlerin yaygınlaştırılması, yeni ve ilerici okulların açılması konusunda da büyük bir istek vardı. Eski düzenin çıkarlarını temsil eden yeniçeriler ile aşırı unsurların, bu yeniliklerden memnun olmaları beklenemezdi. 1807’de Sultan’ı tahtan indirerek, yenilik karşıtı bir padişah olan Mustafa’yı tahta çıkardılar. III. Selim’e yöneltilen resmi suçlama ise, askeri eğitime “kâfir” kurumlarını ve metotlarını sokmaktı.
1826’da Sultan olan II. Mahmut, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması (Vaka-i Hayriye) sırasında, 100 binden fazla yeniçeriyi ve taraftarlarını öldürttü. Böylece, büyük bir kabadayı çetesi ortadan kaldırılmış oldu.