Hıristiyan-lıkta 17. yüzyılın başından itibaren başlayan aydınlanma çağından önce, Müslüman filozoflar, bir çok konuda, örneğin tıp, felsefe ve estetik biliminde çoktan ustalaşmışlardı. Felsefe, öğrencilerine, gerçekliğin bütünü olduğuna inanılan uyumlu ve kapsamlı açıklamalar sunmuştu.
17. yüzyılla birlikte, Batı toplumunun yüzüne damgasını vuracak olan uzmanlaşma süreci, kendini hissettirir oldu. Astronomi, kimya ve geometrinin farklı dalları bağımsız ve özerk olmaya başladı.
Bilim adamları artık, hakikati bulmak için, miras aldıkları geleneğe, bir kuruma ya da bir seçkine hatta Tanrı’dan gelen bir vahiye bile gereksinimleri olmadığını hissediyorlardı.
Tanrı’nın varlığına ilişkin eski “kanıtlar” artık tamamıyla yeterli değildi; doğa bilimcileri ve filozoflar, deneysel yöntem coşkusuyla dolu, diğer gösterilebilir olguları kanıtladıkları gibi, aynı yolla Tanrı’nın nesnel gerçekliğini doğrulamak zorunda hissettiler kendilerini.
Fransız fizikçi, matematikçi ve teolog Pascal bunlardan biri idi. Ona göre, Tanrı’nın varlığını kanıtlamak olanaksızdı; ama aynı biçimde akılcı olarak varlığını reddetmek de olanaksızdı.
Din ve dünya
Din, en başından beri, insanların dünyayla ilişki kurmalarına ve dünyada kök salmalarına yardımcı oldu. Kutsal yer kültü, dünyadaki bütün öteki düşüncelerin önünde geldi ve korkunç evrende insanların bir odak bulmalarına yardım etti.
Tanrı’yı kendi mekanik sistemine indirgemiş olan İngiliz fizikçi Isaac Newton (1642-1727) da Hıristiyanlığı gizemden kurtarma gerektiği fikrinde idi. Yerçekimi buluşu, Newton’u Aristoteles’in maddenin çekici güçleri düşüncesine dönmekle suçlayan bazı bilim adamlarını kızdırdı. Böyle bir görüş, Protestanların, Tanrı’nın kesin egemenliği düşüncesine tersti. Newton’a göre ise, tüm sistemin merkezi yüce bir Tanrı idi; çünkü, böyle ilahi bir makinist olmadan sistemi var olamazdı; yerçekimi kanunu, Tanrı’ya karşı değildi.
Bilimle çelişmiyor
Karen Armstrong’un Tanrı’nın Tarihi adlı kitabında belirtildiği gibi, Hıristiyan inancından bu ıvır zıvırı çıkarmak, Newton için bir tür sabit fikir haline gelmişti. 1680’in başlarında, “Principia” yayımlanmadan kısa süre önce, Newton The Philosophical Origins of Gentile Theology (Putperest Teknolojinin Felsefi Kökenleri) adını verdiği bir inceleme üstüne çalışmaya başladı. Ona göre, doğa kanunlarının keşfi, Tanrı’nın bir isteği idi.
Öte yandan, Hıristiyanlar, bir arayış içine girmişlerdi. Yeni akıl dinine Deizm (Yaradancılık) denilecekti. Ancak bu görüş, yaratıcı mistisizm ve mitoloji disiplinlerine zaman ayırmadı. Vahiy mitosuna ve uzun zamandır insanları kendine köle etmiş boş inanca, Teslis gibi geleneksel “gizemler”e sırtını döndü. Bunlar yerine, insanın kendi çabalarıyla keşfedebildiği, kişilik sahibi olmayan “Deus”a bağlılığını ilan etti.
Aydınlanma olarak bilinen bu hareketin önde gelen temsilcisi olan Voltaire, Philosophical Dictionary(Felsefe Sözlüğü)’de (1764) bu dini görüşü tanımladı; bu dini görüş her şeyden önce, olabildiği kadar yalın olmalıydı. Voltaire, ateizmi, filozofların yok etmeye can attıkları boş inanç ve tutuculukla bir tuttu. Onun sorunu Tanrı değil, aklın kutsal ölçütüne karşı suç işlemiş, Tanrı hakkındaki öğretilerdi.
Devam edeceğim.