Hayatta her başlangıç bilinmezlerle doludur. Sizi nereye götüreceğini, yolda nelerle karşılacağınızı bilemezsiniz. O yüzden de heyecan vericidir. Ve yeniliklere, farklılıklara, yaratıma gebedir. Ben de bu duygular içinde ve hayatımın akışında önemli bir dönemeçten geçtiğimi hissederek başlıyorum bu köşeye.
Milliyet gazetesinin 60. doğum günü olan 2010 yılında hazırlanan almanağı okurken fark ettim ki Milliyet’in tarihi aslında Türkiye’nin de tarihi. Ve nasıl Türkiye değiştiyse, gazetede de kurulduğu 1950’den bu yana çok şey değişti. Bugün Milliyet’in patronu, Erdoğan Demirören ve ailesi. Bununla birlikte gazete o zamanlar Babıali diye bilinen “basın vadisi”nde, yani Cağaloğlu’nun Nuruosmaniye Caddesi’ndeydi. Bugün ise diğer tüm emsalleri gibi oradan taşındı, Çağlayan’a yerleşti. Ve tabii gazeteyi yapan isimler de tamamen değişti. 1950’den bu yana Milliyet’e emek vermiş Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Doğan Heper, Çetin Altan, Mehmet Ali Birand iz bırakanlardan sadece birkaçı...
Ancak o günden bu yana değişmeyen bir şey var. O da, Milliyet’in eski patronu Aydın Doğan’ın gazetenin almanağı için yazdığı “Beni Milliyet’i satın almaya iten saikler arasında, gazetenin sahip olduğu büyük prestij önemliydi” sözünde saklı. Kurulduğu günden beri Milliyet bu prestiji korumayı başardı. Babıali’nin en büyük çınarlarından biri olarak ayakta kaldı.
Bizim mesleğin büyük üstatlarından Güneri Cıvaoğlu vakti zamanında bana, “Babıali büyük bir konaktır” demişti. İçinde büyük salonları olan... İşte şimdi ben bu konağın en büyük salonlarının birinden bir diğerine geçiyorum. Ve ne şanslıyım ki kendisini bu çınarı ayakta tutmaya adamış bir patron ve ekiple çalışmaya başlıyorum.
Yukarıda ismini saydığım gazetecilerin emekleriyle yükselmiş olan Milliyet markasının altında yazacak olmam ise, şu an en büyük heyecanım. Dış politikaya merakımın tohumlarını atan, liseden beri onun yazılarıyla dış dünyaya açıldığım duayen büyüğüm Sami Kohen’le aynı sayfayı paylaşmam da tarif edemeyeceğim bir onur.
Konak kısmına gelince... Aslında sadece Babıali değil, yaşadığımız dünya devasa bir konak. Gün geliyor bir salondan bir diğerine geçiyorsunuz. Aktörler, mekânlar, zamanlar sürekli değişiyor... Maksat, salonların aslında birbirinden ayrı olmadığını fark etmek. Birinde bıraktığınız sedanın, bir diğerinde de yankılandığını görmek. Ve bu koskoca konağı, katacağımız hoş bir seda ve kazandığımız dostluklarla hep birlikte büyütebilmek.
Seyir
Genel Yayın Yönetmenim Mete Belovacıklı birkaç gün önce arayıp “Verda köşenin başlığını buldun mu?” deyince birden afalladım. Daha önce hiç köşe başlığım olmamıştı. Ama 5 dakika sonra başlık birden aklıma düşüverdi: “Seyir.”
Malum, bir yazarın işi, olayların “seyrini”, yani gidişatını gözlemlemek ve aktarmaktır. Bunu yapabilmek için ise önce olayları “seyredebilmek” gerek. Yani olan biteni olduğu gibi görebilmek. Kendi yargısını ve önyargısını katmadan, eğip bükmeden... Çünkü “seyir” edemezseniz, analiziniz kendi kurguladığınız gerçeklik üzerine inşa edilmiş, yani yanlış olur.
Bir de tabii “seyir halinde olmak” var... Yani yolda, yolculukta olmak. Ki zaten dünyanın haline şahitlik etmek, bir yolculuk hali.
Bununla birlikte, yön bulmak, seyir işinin önemli bir kısmı. Bugünlerde sık sık içinde bulunduğumuz dönemin belirsizliklerle dolu, hatta “dünya tarihinin en belirsiz dönemi” olduğu yazılıp çiziliyor. Oysaki tarihin akışı hep belirsiz olageldi. Değişim her ana damgasını vurdu. Bu yüzden gidişatı yorumlarken doğru yönü tayin edebilmek, yazarlığın belki de en kritik yanı. Elbette sizlerin yorumlarını ve önerilerini pusula alarak.
O halde yolumuz açık olsun...