Ruslar sera ürünü Türk domatesini almamaya kararlı. Biz ise hâlâ Rusya’nın bu kararından vazgeçeceği anı bekliyoruz. Ruslar yasağın 3 ila 5 yıl daha devam edeceğini söylüyorlar. Amaçları Rus domates üreticisini korumak ve Rusya’da domates üretimini teşvik etmek. Bunu başarmak için gümrük duvarlarını kullanıyorlar. Domates üreticilerini 3-5 yıllık bir korumaya aldılar. Başbakan Yıldırım “Ruslar domates yetiştirmeyi kafasına koymuş. Bir denesinler bakalım. Yetiştirebilirlerse ne âlâ. Yetiştiremezlerse biz buradayız” dedi. Çok büyük bir ihtimalle Ruslar bu sürenin sonunda domatesi yetiştirmeyi başaracaklar ve kendilerine yeter hale gelecekler. Bahsettiğimiz şey, nihayetinde domates. Uzaya adam gönderen, nükleer santral yapabilen bir ekonomi domatesi mi üretemeyecek?
Neden domates?
Hafta başında uluslararası gazetelerde bir haber vardı: Ruslar yeni geliştirdikleri orta menzilli yolcu uçağının ilk uçuşunu yapmışlar. Sormak gerekir: Boeing ve Airbus gibi dünya devlerinden pazar payı kapmaya çalışan bir ülke domatesle neden uğraşır?
Sorunun cevabı Putin’in Cumhurbaşkanı Erdoğan ile birlikte yaptığı ortak basın toplantısındaki sözlerinde var. Putin diyor ki: “Üreticilerimiz kredi aldı, bankalara bunu ödemek zorundalar... Türk domatesleri daha ucuz. Biz de Rus tüketicileri daha ucuz domates alsınlar istiyoruz. Ancak ülkemizde tarım sektörünün gelişmesini de istiyoruz.” Rusya’nın amacı tarımda kendine yeter hale gelmek ve domates yetiştirmek için milyonlarca ruble kredi alıp seralar kuran çiftçisini desteklemek.
Domates Amerika kıtasından Avrupa’ya bundan 500 yıl önce gelmiş bir bitki. Bizdeki tarihi ise 250 yıl civarında. Ama domates deyip geçmeyin, önemli bir iktisadi tartışmanın sembolü oldu. Toplasanız 250 milyon dolarlık bir ihracat imkânından bahsediyoruz ama arkasındaki anlayış bize ışık tutabilir. Bir yanda gıda enflasyonunu düşürmek için tarım ürünlerinde ithalatı araç olarak kullanan Türkiye ve diğer yanda belli bir süre için çok pahalıya domates yeme pahasına da olsa üreticisini ithalat yasağıyla korumaya çalışan Rusya. Tartışmaya değer bir konu, değil mi?
Merkür kim? Mars kim?
“Almanya Merkür’dür, ABD ise Mars.” Bu benzetme bundan birkaç yıl önce okuduğum bir makalede vardı. İki ülke arasındaki farkı çok iyi anlatan bir tanım. Merkür Romalılarda ticaret tanrısıdır, aynı zamanda rasyonel aklın sembolüdür. ABD’ye yakıştırılan Mars ise savaş tanrısıdır. Diğer bir deyişle, Amerika demek jeo-politika demekti, Almanya ise jeo-ekonomiydi.
Almanya’nın kısıtlı bir askeri gücü ve neredeyse sıfır denizaşırı etkisi var ama dünyanın en fazla ihracat yapan ve en fazla ticaret fazlası veren 2 ülkesinden biri. Buna karşın ABD ise en yüksek ticaret açığı veren ekonomilerden ama dünyanın en büyük askeri gücüne ve nüfuzuna sahip ülkesi. Üstelik açıklarına rağmen dünya ekonomisinin başlıca 4 lokomotifinden biri, hatta en etkilisi.
Almanya tarihsel bir sermaye ve bilgi birikiminin üzerinde oturuyor. Bu birikim olmasaydı başarılı olamazdı ancak bugünkü Almanya’yı yapan tasarım ise ABD’ye ait. Almanya, kaybettiği 2. Dünya Savaşı’nın ardından ABD liderliğinde galiplerin kendisine çizdiği sınırlar içinde önemli bir ticari ve ekonomik güç oldu.
Yeni küresel lider
Liderliğini yaptığı AB projesiyle bu gücünü sağlamlaştırdı ve sürekli kıldı. Kendisine ekonomisini her daim canlı tutacak 400 milyon kişilik alım gücü yüksek bir pazar yarattı. Ancak eğer gelecekte ABD’nin oynadığı rolü üstlenebilecek bir ülkeyi konuşuyorsak o ülke kesinlikle Almanya değil. Bir zamanların süper gücü Sovyetler Birliği’nin devamı olan Rusya ise ekonomik açıdan sorunlu ve kırılgan. ABD’ye benzer bir etkiyi olsa olsa Çin yapabilir. Hem askeri hem de ekonomik gücüyle diğerlerinden farklı bir konumda. Ve özellikle son birkaç yılda küresel liderlik yolunda çıkışlarıyla dikkat çekiyor.
Bu bilanço şirketleri zorluyor
TL hafta ortasında tekrar değerlenmeye başlayınca döviz de açık pozisyonu olan firmalar biraz da olsa nefes aldılar. Hisseleri Borsa İstanbul’da işlem gören 259 firmanın verilerine göre reel sektörün bilançolarının yüzde 40’ı öz kaynaklardan oluşuyor. Bir şirket için yüzde 40 öz kaynak-yüzde 60 yabancı kaynak fena bir oran değil. Almanya, İngiltere ya da ABD’de de bu oranın çok farklı olduğunu sanmıyorum. Fark, geri kalan yüzde 60’ın yani yükümlülüklerin dağılımındadır.
Merkez bankası verilerine göre bu yüzde 60’ın yarısından fazlası döviz cinsinden yükümlülüklerden oluşuyor. Şirketlerin TL yükümlülüklerinin toplam varlıklar içindeki payı yüzde 28; geri kalan yüzde 32 ise döviz cinsinden yükümlülüklere ait. Yani kur artıkça firmaların sırtına yükümlülükleri kanalıyla ciddi bir finansal yük biniyor. Bu yapıyı da suçlamamak lazım çünkü Türk Lirası 2004 ile 2013 sonu arasındaki 10 yıllık dönemin çok büyük bir bölümünde aşırı değerliydi ve özel sektör büyümesinin ve yatırımlarının önemli bir bölümünü döviz cinsinden borçlanarak ve açık pozisyon yaratarak gerçekleştirdi. Yani 10 yıl boyunca açık pozisyon politikasının faydasını gördü, meyvelerini yedi. Bu politika 2014 yılından sonra acıtmaya başladı.
Özel sektörün döviz borcu
Merkez Bankası’nın reel efektif döviz kuru endeksine göre Türk Lirası’nın yabancı paralar karşısında 2003 yılında ortalama 100 olan değeri nisan sonunda 90’dı. Yani TL 2003’e göre değerinin yüzde 10 altındaydı. Oysa dışarıdan uygun maliyetlerle çok rahat borçlanıldığı, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının zirvede olduğu 2006-2007 yıllarında ve 2008’in başında endeks 125, hatta üzerinde seyrediyordu. Yani TL yüzde 25 dolayında değerliydi. TL borçlanmak yerine yatırımları dövizle finanse etmek çok daha cazipti. Sonra tablo değişti. Bugün şirketler kesiminde birçok sorununun arkasındaki başlıca nedenler arasında TL’nin son dönemdeki hızlı değer kaybı var.
Burada rahatlatıcı olan şey, özel sektörün döviz borcunun ağırlıklı bölümünün uzun vadeli olması ve söz konusu şirketlerin önemli bir bölümünün aynı zamanda döviz cinsinden gelirlerinin de bulunması. Yani TL değer kaybettikçe borç anapara ve faiz ödemeleri nedeniyle bilançolara yük gelirken, artan cirolarla bu yükün bir kısmı telafi ediliyor. Ama herkes bu kadar şanslı değil. Çünkü TL’nin değer kaybettiği dönemde maalesef ihracat da yerinde saydı.
Başarılı borç yönetimi
Bir zamanlar benzer yapı Hazine’nin borçlanmasında da söz konusuydu. Borç stokunun önemli bir bölümü döviz cinsinden borçlardan oluşuyordu. Hazine ciddi kur riski taşıyordu. 2001 krizinden çıkış sırasında oluşturulan stratejinin bir gereği olarak bu oran 2001 krizinin ardından kademeli olarak aşağı çekildi. TL’nin ve sabit getirili enstrümanların payı yükseltildi. Başarılı bir borç yönetimi gerçekleştirildi.
Borç yönetimi kritik bir kavramdır. Sadece kamu için de değil özel sektör için de önemlidir hatta daha hayatidir. Çünkü devletlerin borcu çevirme imkânları daha fazladır. Özel sektör ise bir borç çevirme kriziyle karşılaştığında duvara çarpabilir.