Ak Parti siyaseti, ilk iktidara geldiği 2002’den bu yana çok çalkantılı dönemlerle test edildi.
Geride bıraktığımız 15 yıl, bazı kırılma noktalarında iç içe de geçen iki döneme ayrılıyor.
Birinci dönem -ki bunu Erdoğan siyasetinin farkını ortaya koyan dönem olarak nitelendirebiliriz- Ak Parti’yi Ak Parti yapan, statüko ile mücadelenin elle tutulur sonuçlarının alındığı dönemdir. Hem içeride, hem dışarıda, hem Ak Parti’ye oy verenler hem de vermeyenler için.
Bu dönemde Ak Parti, Türkiye’nin yönetim dişlilerindeki kireçlenmeyi çözebilmek için ciddi mücadele verdi. Siyasal, sosyal, kültürel eşitlenme konusunda devrim niteliğinde adımlar attı. Demokrasi, AB normları ve özgürlük alanlarının açılması başlıklarında çıtayı yükseltebileceği kadar yükseltti.
Savunmayla başlayıp kontra atağa evrilen bu dönem, yarın yapılacak Ak Parti Olağanüstü Kongresi’nin ana temasını oluşturan demokrasi, değişim ve reform sloganlarının üçünü de kapsayan bir süreci ifade ediyor.
Ak Parti siyaseti açısından ikinci dönem ise, bu hamlelerinin hızının yavaşladığı, kendisinden ve dış müdahalelerden kaynaklanan farklı nedenlerle ciddi eleştirilerin muhatabı olduğu dönemdir. Yine hem içeride, hem dışarıda, hem Ak Parti’ye oy verenler hem de vermeyenler açısından.
Hoşnutsuzlukla kutuplaşmanın, oy vermekle tarafgirliğin birbirine karıştığı, doğruyu bulmak için sağlıklı tartışma ortamının mumla aranır olduğu bir sürecin sonunda Türkiye, 15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı sarsıntıyla kendine gelebilmek için tarihi fırsatı yakaladı.
Ancak, bu fırsatın ne muhalefet ne de iktidar tarafından, atlatılan badirenin büyüklüğüne yakışır bir tarzda kullanılmadığı aşikâr.
16 Nisan referandumu sürecinde, Erdoğan muhalifleri tarafından, “Türkiye’nin varlık-yokluk sorunu” diye tanımlanabilecek kadar köşeli bir değerlendirmeye tabi tutulan cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin kabul edilmesinin ardından da bir fırsat penceresi açıldı.
Çünkü Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ve “hayır” blokunun başında yer alan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun neredeyse aynı kelimelerle vurguladıkları gibi, ne yüzde 51 sadece Ak Parti’nin oyu ne de yüzde 49 sadece CHP’nin oyuydu.
Kongre ve yeni dönem
Referandumdan sonrasına gelince.
Erdoğan’ın siyasetteki en belirgin özelliği kamuoyunun nabzını tutarak politikalar geliştirebilmesi.
Seçim olsun olmasın, kamuoyu yoklamalarıyla hemen her konudaki tepkileri ölçmesi.
Erdoğan’ın referandumdan hemen sonra, hiç vakit kaybetmeden partisine üye olmasını, genel başkanlık görevini yeniden üstlenmesi için beklentilerin aksine kongrenin hemen toplanmasını da bu açıdan değerlendirmek gerekir.
Kamuoyu araştırmaları, halkın büyük bölümünün sistem değişikliğine Erdoğan nedeniyle onay verdiğini gösteriyor.
Kılpayı farkla kazanılan referandum süresince sahada Ak Parti’yi ve teşkilatları yakından izleyen Erdoğan’ın, genel başkanlık göreviyle birlikte parti içerisinde büyük değişime imza atacağı çok açık.
Hedefi referandumdan hemen sonra 2019 olarak açıklayan Erdoğan, partisini şimdiden dizayn ederek, teşkilata eski heyecanı kazandırmayı ve yeni dönem politikalarına mutlak uyum gösterecek, bu politikaları geliştirebilecek bir kadroyla çalışmayı amaçlıyor.
998 gün önce Ahmet Davutoğlu’na devrettiği genel başkanlık koltuğunu, Başbakan Binali Yıldırım’dan geri alacak olan Erdoğan, yeni dönemde ilk imzayı partisindeki değişime atacak.
Kongrede vereceği mesajların ana eksenini ise reformların oluşturması bekleniyor.
Erdoğan, ekonomi, dış politika, içerideki atmosfer, Kürt sorunu gibi konularda kendisini, hükümeti ve partisini bağlayacak bir yol haritasının ana hatlarını çizecek.
Bu ana hatların içi Ak Parti’nin reformcu kimliğinin canlandırılması ve Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulların harmanlanmasıyla doldurulacak.
Huzur ve gerçekçilik
Erdoğan’ın yeni yol haritasına “içeride ve dışarıda izlenecek politikalar” başlıklarından bakmak gerekiyor.
Dışarıdaki tablo malum.
Suriye’de, özellikle ABD’nin YPG’ye verdiği destek nedeniyle Türkiye’de alarm zilleri çaldıran bir manzara söz konusu.
Erdoğan, ABD gezisinde, tehdit halinde Türkiye’nin kendi göbeğini keseceğini açıkladı.
Irak’ın Sincar bölgesindeki PKK varlığı, örgütün Türkiye’ye Irak ve Suriye’den sızma çabaları, DAEŞ tehdidi Türkiye’nin bütün dikkatini bölgeye vermesine yol açıyor.
AB ile kopma noktasına gelen ilişkilerde, referandumdan önceki sert dil biraz olsun değişti, birbirini anlama çabaları arttı.
Erdoğan’ın YPG’ye yönelik eylem ve söylemden taviz vermeyeceği, AB’ye yönelik “somut adım” talebini değiştirmeyeceği net biçimde görülüyor.
Bununla birlikte, hem Erdoğan hem de hükümet, içinde bulunulan hassas ortamın rasyonel adımları gerekli kıldığının da farkında.
Bu nedenle tüm koşulların gözetilerek, milli menfaatlerin korunduğu, gerektiğinde kararlı adımların atılacağı bir sürecin yaşanacağı anlaşılıyor.
Kopması değil sağlamlaştırılması düşünülen bir ip üzerinde denge politikasıyla götürülecek bir dış politika zorunlu gözüküyor.
İçeride ise beklenti normalleşme.
Erdoğan’ın uzun süredir katılmadığı TÜSİAD’ın Yüksek İstişare toplantısında verdiği reform mesajları ile AB ve OHAL konusundaki “Taviz veremeyiz” açıklamalarının bir arada okunması gerekiyor.
Cumhurbaşkanı, ABD dönüşünde yaptığı açıklamalar ve TÜSİAD’daki konuşmasında FETÖ, PKK ve terör örgütleriyle amansız mücadeleye devam ederken, bir yandan da toplumun ekonomiden demokratik haklara kadar uzanan bir alanda daha fazla oksijen almasını sağlayacak hava kanallarının açılmasına işaret etti.
Hedefi “huzur ve kalkınma” olarak gösteren Erdoğan’ın kongrede ana hatlarını açıklayacağı yol haritası yeni bir inşa sürecine işaret ediyor.
İnşa sürecinin kapsayıcılığı ve sonuçları, 2019’daki seçimin sonuçlarından bile önemli.
Türkiye, Ak Parti kongresiyle birlikte yeni bir döneme giriyor.