Seçim sonrasında ekonominin nasıl bir yol izleyeceğini öngörebilmek için ekonominin mevcut konumunu tespit etmek gerekiyor. Metroda aceleyle ne yöne gittiğine bakmadan bindiğiniz bir tren düşünün. Trenin yönünü anlamak için bir sonraki durağa kadar gitmeniz gerekir. O noktada artık trenin nihai istikametinin neresi olduğunu bilirsiniz. Ekonominin gittiği yönü anlamak, trenin istikametini anlamaktan daha zor olsa da son dönemde arka arkaya geçtiğimiz duraklar bize gittiğimiz yer konusunda oldukça iyi bir fikir veriyor.
Hızlı büyüdük
1) 2010 sonrası dönemde genel olarak oldukça yüksek bir büyüme performansı sergiledik. Ancak büyümenin bileşenlerine baktığımızda tüketim ve inşaat kalemlerinin büyümenin motorunu oluşturduğunu buna karşılık üretim kapasitemizi artıracak makine ve teçhizat yatırımlarının uzun süre daraldığını gördük. Bu tür bir büyüme, ileriye yönelik sürdürülebilirliği sorgulatır. İlave olarak, 2017 sonrasında girdiğimiz hızlı büyüme dönemi Türkiye ekonomisini potansiyelinin üzerinde büyüme patikasına oturtmuştur. Son üç çeyrekte büyüme rakamlarımız 11.3, 7.3 ve 7.4’tür. Potansiyeli zorlayan ve aşırı ısınan bir ülke eninde sonunda ortalama üretim kapasitesine geri döner. Yavaşlama kaçınılmazdır çünkü bir taraftan artan enflasyon bir taraftan ise yükselen kur üretim maliyetlerini artırır. Burada soru yavaşlamanın hızıdır. Peki, yüksek büyüme neden borçlanma maliyetlerini artırır?
2) 2010 sonrası dönemde dünya ekonomik görünümüyle ilgili yapılan değerlendirmelerde hep bir noktanın altı çizildi. Kriz sonrası bol likidite döneminde dış borcu artan gelişmekte olan ülkelerin likiditenin kısıldığı dönemde ciddi kırılganlıklar yaşayabilecekleri not edildi. Nitekim Türkiye’de 2010 sonrası dönemde reel sektör borçluluğunun hızla arttığına ve GSYH’ye oranla dış borcun 2010 yılında yüzde 38’den 2017 yılında yüzde 53’e yükseldiğine şahit olduk. Bugün bu tehditlerin vuku bulduğu bir dönemdeyiz.
Dış borç oranımızın yüksek olması neden tehlikeli? Çünkü gerek Fed gerekse ECB’nin arka arkaya para musluklarını kıstığı bir dönemde döviz değer kazanıyor ve dış borç ödemeleri, geliri yerel para cinsi olan gelişmekte olan ülkelere ek yük getiriyor. Dış etmenlere ilave olarak kendi içimizde yaşadığımız politika hataları, belirsizlikler, dış ilişkilerde yaşanan gerginlikler ve jeopolitik riskler eklenince, Dolar/TL’de diğer gelişmekte olan ülkelerin de ötesinde bir değer kaybı yaşıyoruz. Bunun ekonomi üzerindeki doğrudan etkisi yavaşlama ve enflasyon olarak görülür. Rakamlarla konuşursak, dolar/TL kurunda nisan sonundan bu yana yaşanan yüzde 20’ye yakın değer kaybı 245 milyar dolar seviyesindeki özel sektör dış borcunun 150 milyar TL’den fazla artması anlamına geliyor. Benzer şekilde, TL’deki bu değer kaybının kalıcı olması, enflasyonun 3 puana yakın artması anlamı taşıyor.
Yapısal reformlar
3) Bir taraftan dış borç oranı yükselirken, bir taraftan TL’nin değer kaybetmesi borcu geri ödeyememe riskini artırıyor. Bu da ileriye dönük risk primini ve tahvil faizlerini yükseltiyor. Faizler bir taraftan artan risk primi nedeniyle, diğer taraftan yükselen enflasyon beklentileri nedeniyle artışa geçiyor.
Özet olarak, seçim sonrası dönemde ekonominin hız kesmesi kaçınılmazdır. Burada soru yavaşlamanın kademeli mi yoksa ani mi olacağıdır. Tempoyu sağlıklı olarak düşürmek için yapılması gereken, Merkez Bankası’nın enflasyonu düşürme konusunda kararlılık sergilemesi, maliye politikasının ise tüketim ve inşaat değil yapısal reform harcamalarıyla büyümeyi desteklemesidir.