Arjantin’de düzenlenen G-20 zirvesinden TV ekranlarına yansıyan görüntülerden özellikle Türkiye’yi yakından ilgilendiren ikisi, uluslararası arenada gerçeklerin beklentilerin önüne geçtiğini ortaya koydu.
Bunlardan biri, Kaşıkçı cinayetiyle, diğeri de Ukrayna kriziyle ilgili.
Kaşıkçı meselesinde beklenti, bu forumda Suudi Arabistan’ı temsil eden Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın izole edileceği ve ağır baskı altında tutulacağıydı. Zirve öncesi ABD Başkanı Trump, Prens ile görüşmeyeceği işaretini vermiş, Cumhurbaşkanı Erdoğan da Suudi tarafından gelen görüşme isteğini yanıtsız bırakmıştı...
Ama ne oldu? Görüntüler çok şaşırtıcıydı: Rusya lideri Putin, Prens ile samimi bir sohbet içindeydi ve sanki Trump’a “Sen yoksun ama başkaları var” mesajını gönderiyordu...
Genç Prens’in Çin’den Hindistan’a, Fransa’dan Güney Kore’ye kadar birçok ülkenin lideriyle yaptığı görüşmeler de bol bol ekranlara yansıdı. Hani uluslararası camia Kaşıkçı olayında dayanışma içinde Suudilere birer ders verecek, en azından zirvede Bin Selman’a mesafeli davranacaktı? Menfaat zirveye katılan çoğu lideri bir şey olmamış gibi hareket etmeye sevk etti. Arjantin’e giderken olduğu gibi, dönüşte de Prens bazı Arap ülkelerini ziyaret ederek yalnızlık çekmediği mesajını vermiş oldu...
***
Ukrayna krizi nedeniyle Rus lideri Putin’in zirvede kendisini baskı altında hissedeceğini bekleyenler düş kırıklığına uğradılar. Gerçi Trump Putin ile görüşmek istemedi, ama bu Rus liderlerinin hiç umurunda değil. O yapacağını yaptı, Karadeniz stratejisindeki hamlesini gerçekleştirdi.
Bir ara Türkiye’nin Rusya ile Ukrayna arasında bir arabuluculuğundan söz edenler oldu. Ama G-20 Zirvesi sırasında bu rolü başka şekilde Almanya ve Fransa üstlendi: Dörtlü bir konferans kararı çıktı.
Meselenin “komisyona havale” edilmesi gibi bir karar...
Sokağı doğru okumak…
Olay, akaryakıt fiyatlarına yapılan bir zamdan çıktı: Paris’te binlerce kişi geçen ay sokaklara döküldü, zammı protesto ederken pahalılıktan, işsizlikten, geçim sıkıntısından şikâyet etti… Bu arada bir kısmı arabaları, dükkânları ateşe verdi, polisle çatıştı. Bu olay her hafta sonu Fransa’nın diğer kentlerine yayılarak tekrarlanıyor ve giderek tehlikeli boyutlar alıyor.
Olayın bir yönü güvenlikle ilgili. Devletin öylesine bir şiddet dalgasına izin vermesi mümkün değil. İfade özgürlüğünün çok ötesine giden (yakıp yıkmak, saldırmak, yağmalamak gibi) yıkıcı eylemlere karşı güvenlik tedbirlerinin alınması doğal.
Ama olayın diğer yüzü, sadece polisiye değil, daha köklü siyasal ve ekonomik adımların alınmasını zorunlu kılıyor. Bunun için Macron yönetiminin “sokakları doğru okuması” gerek. Sokaklarda dile getirilen ekonomik ve sosyal talepler ve beklentiler, toplumun geniş bir kesiminin de eğilimlerini yansıtıyor. Nitekim kamuoyu araştırmaları halkın yüzde 75’inin protestoları desteklediğini gösteriyor. Tabii ki çoğunluk şiddete karşı. Ama şiddet de yaşam koşulları düzeltilmeden, yönetimle toplum arasında iletişim sağlanmadan durmuyor...