Mao’nun Doğu Türkis-tan’ı ele geçirdiği 1949’dan beri Çin yönetiminin bu topraklarda yaşayan Uygur, Kazak ve diğer Müslüman Çinliler ile ilişkileri hep sorunlu oldu. Komünist Çin, sistematik olarak bölgede nüfus kompozisyonunu değiştirecek, kendi kültürünü baskın hale getirecek hamlelerini düşük profilli olarak sürdürdü. Söz konusu politika, 1980’lerin ortasından itibaren daha da görünür olmaya başladı. Nitekim Uygurlar, Kazak ve Çinli Müslümanlar arasında dini ve etnik kimliğin yok edilmesini hedefleyen farklı yol ve yöntemler denemeye başladı. Amacını kısa sürede gerçekleştirmek için de toplama kampı benzeri uygulamalara girişti. Ayrımcı, baskıcı, yoksun bırakıcı ve zor kullanmayı içeren yeni uygulamalar ve organizasyon doğal olarak kısa sürede karşı tepkinin doğmasına neden oldu. Özellikle Çin’in kültürel asimilasyon politikalarıyla eş zamanlı olarak yükselişe geçen radikal İslamcılık, bütüncül bir ideoloji ve önerdiği yöntemlerle dünyada olduğu gibi bölgede de bazı gruplar arasında kabul görmesini kolaylaştırdı.
Çin’in Uygur bölgesine odaklanmasının ve sosyal, dini, kültürel değişimi hızlandırma isteğinin gerisinde bölgenin zengin doğal kaynakları ile Çin’in hırslı kuşak yol projesinin olduğu bir sır değil. Nitekim Çin, büyük güç unsuru olan 1 milyar 350 milyonluk nüfusuyla bölgenin en fazla iki nesil sonra nüfus kompozisyonu tamamen değiştirecek biçimde iç göçü teşvik ve diğer uygulamalarına devam ediyor.
Nüfus kaydırmaları ve uygulamalarıyla bölge halkını kendi topraklarında azınlık durumuna düşürürken, aynı zamanda Uygur, Kazak ve Çinli Müslümanları “kötü ve zararlı düşüncelerden arındırarak iyi yurttaşlar yapma projelerini” sistematik olarak hayata geçiriyor. Bu tablonun masum bir “yeniden eğitim” süreci olduğunu söylemek, mevcut politik gelişmeler ve uygulamaların içeriği bağlamında hiç de ikna edici değil. Görünen o ki bu uygulama 21. yüzyılda “büyük güç” olma iddiasındaki Çin’in uzun yıllar üstüne yapışmış bir leke olarak kalacaktır. Üstelik bu “bagaj”, küresel ölçekteki kuşak ve yol projesinin geçtiği bölgelerde soru işaretlerine neden olacaktır.
Çin’in Doğu Türkistan’daki uygulamalarının ABD ile giriştiği güç mücadelesine denk gelmesi, konunun uluslararası alanda farklı bir bağlama oturtulmasına neden oluyor. Nitekim konunun Batı ve ABD medyasında sıkça işlenmesi akıllara ABD’nin konuyu araçsallaştırarak Çin’i baskılama stratejisinin bir parçası gibi görülmesine yol açıyor. Oysa Çin’in uygulamaları ABD’nin söyleminden bağımsız olarak, şüphe götürmez biçimde ağır bir insan hakları ihlali olarak ortada duruyor.
Öte yandan, Uygurların bir kısmının “radikal” gruplarda faaliyet göstermeleri, Suriye gibi çatışma bölgelerine uzanan serüvenleri, haklı davalarını ciddi biçimde zedelemeye devam ediyor. Öyle ki geçen hafta Çin’i ziyaret eden Suriye Dışişleri Bakanı Muallim, Çinli mevkidaşıyla yaptığı ortak basın toplantısında konuyu gündeme getirerek, Suriye’de faaliyet gösteren Uygurlar üzerinden hem Çin’in desteğini almayı hem de Türkiye’yi itham etmeyi hedefledi. Ancak Suriye’deki durum ve bazı Uygur kökenlilerin varlığı, Çin’in Doğu Türkistan’da uyguladığı insan hakları ihlallerini ortadan kaldırmaz.