Avrupa’nın Türkiye’ye vize uygulaması, 1974 yılında Almanya tarafından başlatıldı. Dönemin Dışişleri Bakanı Gencher, Türkiye’den 1961 yılında başlatılan işçi alımını tamamladıklarını, çeşitlemeye gideceklerini, başka ülkelerden de işçi alacaklarını ve Türkiye’den akımı durdurmak için bu yola başvurulduğunu açıklamıştı.
Aslında bu kararın bir mantığı vardı. Zira, Türkiye’de müthiş bir ekonomik kriz, inanılmaz bir işsizlik yaşanıyor ve Anadolu’nun en ücra köşelerinden, köylerden Almanya’ya göçler yaşanıyordu. Almanlar bu akımdan korktu ve kapıları kapadı.
Ardından yavaş yavaş diğer Avrupa ülkeleri de korktu. Onlar da kapıları kaparken, Almanlar bu defa kapılara ekstra kilitler koydu.
Avrupa, vahşi bir Türk emek göçüne karşı kendini korumaya aldı. O dönemin koşullarına bakacak olursanız, bu korunma önlemlerinin haklılığını görmezden gelemezsiniz.
Oysa, 1963 Ankara Anlaşması ve 1971 Katma Protokol, Türkiye’ye belirli bir tarihte serbest dolaşım hakkını verdiği gibi, geçen sürede ikinci öncelik adı altında, işsiz kalan Türk işçileri geri göndermemek için, Almanların kabul etmedikleri işlere yerleştirilmeleri sağlanmıştı.
Avrupa, yabancı işçiden eskisi kadar korkmuyor
Bugün 2011 ve son 20 yılda herşey değişti.
Avrupa Birliği defalarca büyüdü.
Önce İspanyol ve Portekizli işçilerden korktular. Piyasalarının karışacağını sandılar.
Olmadı.
Sonra, fakir orta Avrupa ülkeleri tam üye oldular.
Başta Polonya, Bulgar, Macar kim varsa piyasaları altüst edip, işsizliğin artmasını beklediler.
Yine olmadı.
Sonunda anlaşıldı ki, ekonomik düzey yükseldikçe, tam üye olanların işçileri bir süre kalıp geri dönüyor.
Bugün Avrupa’da, artık yabancı işçi korkusu eskisi gibi değil. Kavramlar değişti, anlayışlar farklılaştı. AB artık üye olmayan ülkelere de kapılarını açar oldu. Genel vize uygulamalarını esnekleştirdi. Bunun tek istisnası Türkiye oldu.
Türkiye’ ye uygulanan vize artık siyasileşti.
Türkiye ise sadece seyretti ve laf üretti
Tam üye adayı olan Türkiye ise, bütün bu değişimi seyretmekle yetindi. Kimseler kızmasın, ancak başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere, ilgili bakanlıkların hiçbiri bu konuyu yeterince ciddiye almadı. Sadece bol bol laf ürettiler, şikayetle yetindiler, o kadar. İktisadi Kalkınma Vakfı kadar dahi mücadele veremediler .
Bugün, Avrupa Adalet Divanı Türkiye lehinde karar veriyor; Almanya oralı dahi olmuyor. Münih İdare Mahkemesi “Türkler özellikle turistik seyahat amacıyla, vizesiz Almanya’ya giriş yapabilir, oturum izni almadan 3 ay Almanya’da kalabilir” diye karar alıyor; Berlin’in yine kılı kıpırdamıyor.
Neden? Çünkü Türklere vize uygulması, tümüyle siyasi bir soruna dönüşmüş durumda.
Bizler ise, hala tribünlerde seyretmeye devam ediyoruz.
Vize'nin anahtarı Merkel ve Sarkozy'nin cebinde
Vize uygulamasının artık teknik bir gerekçesinin kalmadığını ve bunun tamamen siyasi bir yaklaşım olduğunu, konuyu yakından izleyen AB yetkilileri açıkça söylüyorlar.
“Giderek zenginleşen Türklerin artık Alman piyasasını istila etmesi veya AB iş pazarını altüst edebileceği korkusuna kimse inanmıyor.” diyen bir Avrupalı yetkili, Ankara’nın artık uzatmadan harekete geçmesi gerektiğine dikkat çekiyordu.
Ancak bu girişimin, çok iyi hazırlanılmış bir planla ve siyasi açıdan en üst düzeyde ele alınması gerektiğinin de altı çiziliyor.
Vizenin anahtarı ise, şimdilik Alman Başbakanı Merkel ile Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin cebinde. Eğer bu iki lider ikna edilebilirse, sorunun çözümü son derece mümkün görülüyor.
Sarkozy’nin son Ankara gezisindeki, kendi deyişiyle “açık ve dürüst”, tavrının Türkiye-AB ilişkilerine, AB içinde Merkel’in de dahil olduğu güçlü bir kesimin bakışını yansıttığı bir gerçek.
Ancak, Sarkozy, Semih İdiz’in dün Milliyet’teki yazısında üyeliğimize sıcak bakan Avrupalı bir büyükelçiden alıntıladığı gibi “Sarkoyz AB’nin sahibi gibi davransa da Türkiye üyeliğe hazır olduğunda, ardında “nahoş bir seda” bırakarak, sahneden çoktan ayrılmış olacak”.
Ve hiçbir zaman unutmamalıyız ki AB içerisinde Türkiye’yi küstürmenin maliyetini hesaplayanlar da oldukça fazla.
Şimdi AB, Türkiye’ye bazı esneklikler tanımaya hazırlanıyor.
Ancak bize düşen bu esneklikleri iyi tahlil etmeye çalışmak.
Zira iş adamları, öğrenciler gibi bir dizi guruba daha kolay vize alma olanağı sağlanmaya çalışılıyor ve bu da “Türkiye’ ye özel avantaj veriliyor” gibi gösteriliyor ama aslında bu söz konusu değil.
Çünkü bu Türkiye’ye özgü değil, herkese daha da fazlasını veriyorlar.
Kendi kendimizi aldatmayalım. Avantajlarımızı ve dezavantajlarımızı önümüze koyup, karar verip, bir an önce harekete geçelim.
Bu düğümü tepeden ancak Başbakan çözebilir
Bu düğümü sadece Başbakan Erdoğan çözebilir.
Sonbaharda, Türk işçilerinin Almanya’ya gidişlerinin 50 inci yıldönümü münasebetiyle düzenlenecek törenlere katılmak üzere Berlin’de Merkel ile buluşacak.
Türkiye, Avrupa’yı ayağa kaldırabilir ve hakkını alabilir.
Yeter ki , Başbakan bunu gündemine alsın.
AB Türkiye'yi toptan kaybetmek istemiyorsa, vize kapısını açmalı...
Aslında Avrupa Birliği’nin bu konuyu artık ciddiye alması gerekiyor.
Tabii , Türkiye’yi toptan kaybetmek istemiyorlarsa...
Bu yılın sonuna kadar Kıbrıs’ta bir çözüm olmazsa -ki böyle birşey mucize gerektirir- Türkiye ile müzakere edilecek başlık kalmayacak ve tam anlamıyla bir kriz ortamına girilecek.
Karşılıklı sesler yükselecek.
“Ya Türkiye ya Kıbrıs” tartışması başlayacak.
Gerilim büyük oranda artacak.
Bugünkü gidiş, Avrupa’nın Türkiye’nin üyeliğini hiç değilse 5-10 yıl daha ertelemek istediğini gösteriyor. Ancak, Başbakan’ın o kadar beklemek isteyeceğine inanmıyorum.
Yolun sonu yaklaşıyor.
Böylesine kritik bir sürece girilirken, eğer Avrupa Birliği Türkiye’yi toptan kaybetmek istemiyorsa vize kapılarını açmalıdır. Böyle bir jest, Türk kamuoyunun Avrupa’ya sırt dönmesini engelleyeceği gibi, tam üyelik kadar memnuniyetle karşılanacak bir jest olarak algılanacaktır.
AB ülkelerinin artık bu kozu oynamaya hazırlanma vakti gelmiştir.