Uygur Türklerinin yaşadığı zulüm ve baskıyı içim acıyarak izliyorum. Çin devletinin acımasızlığı ve hoyratlığıyla Han milliyetçiliğinin barbarlığı gerçekten dehşet verici.
Ne yazık!
İnsanın bir zulmü eli kolu bağlı seyretmesi de işkencedir. Vahşet karşısında hissedilen çaresizlik bazen insanı kahrediyor. Çünkü elinden hiçbir şey gelmiyor.
Otuz yıl önceydi.
Ben o topraklara gitmiştim.
Şincan’ın başkenti Urumçi’de, Tanrı Dağı’nın eteklerinde, Gobi Çölü’nün ortasındaki Turban kasabasında bir hafta geçirmiştim.
1979’un Eylül ayıydı.
Cumhuriyet’in Ankara temsilcisiydim. Milliyet’ten sevgili kardeşim Örsan Öymen’le birlikte kırk gün boyunca Çin’de dolaşırken Çin Türkistanı’na da yolumuz düşmüştü.
Kimileri, Doğu Türkistan derdi.
Çin’deki resmi adı ise o zaman Sinkiang Uygur Özerk Bölgesi’ydi. Anlar gibi olduğumuz bir dili konuşuyorlardı. Birçok Türkçe sözcük ağızlardan dökülüyordu.
Urumçi’de çevreme toplanan cıvıl cıvıl çocuklara isimlerini sorduğumda demişlerdi ki:
Hankız, Amine, Talat, Mükerrem, Sabit, Tilşat, Gülmire...
Hastaneye doktorhane, paraya pul, başkan yardımcısına muavin reis, muhabire muhbir, gazeteye geziti diyorlardı. Urumçi’deki Tarih Müzesi’nin cephesine Başkan Mao’nun bir sözünü kocaman asmışlardı:
Tarihni halk yaratkan!
Tarihi halk yazar, yaratır.
Uygurca aynen böyle yazılmıştı. Bir tek halk sözcüğündeki a harfi nedense ters a idi. Uygurlar 1949 Mao İhtilali’yle birlikte Pekin’in egemenliğine girdikten sonra Arap alfabesinden Latin harflerine geçmişlerdi.
Mihmandarımız demişti ki:
“Burada kalsanız, Uygurcayı beş altı ayda bülbül gibi öğrenirsiniz.”
Pekin’den Urumçi’ye uçakla dört saatte gelmiştik. Bir gün iki saatlik bir araba yolculuğundan sonra Tanrı Dağı’ndaki bir Kazak obasına gitmiştik.
Bir sabah vakti, sisin henüz kalkmadığı bir saatte, Ergenekon Destanı’nın esin kaynağı olan bu dağın eteklerindeki kıl keçeden bir Kazak çadırında kahvaltıya buyur edilmiştik. Yer sofrasına bağdaş kurup topak topak çökelek peynirleri yemiştik, dumanı tüten pidelerimizin arasında tuzlu tereyağları eriterek...
Bugün gibi hatırlarım.
Ak sakallı iki ihtiyar gelip yanıma çömelmiş, benim dilimde aynen şöyle sormuşlardı:
“Halil’le Hamza’yı tanırsız?”
Şaşırmıştım, Tanrı Dağları’nın eteklerinde bana kendi dilimde Halil’le Hamza’nın sorulmasını... Sonra Moğol çevirmenin yardımıyla konuşmuştum o iki ihtiyarla. 1949’da komünistler iktidarı ele geçirince, İsa Alptekin’in peşinde, at sırtında, Anadolu’ya, Türkiye’ye göç eden arkadaşlarıymış Halil’le Hamza...
Sonra Urumçi’den bir sabah vakti erken arabayla yola çıkmıştık. Hiç unutmam o yolculuğu. İki yanımız Gobi Çölü’ydü. Kum çölü değil, üstünde yürünmesi bile neredeyse olanaksız, siyahımsı küçük sivri taşlardan oluşan bir uçsuz bucaksızlıktı.
Çok sıcaktı!
Arabamızın kliması da yetersiz kalınca, bunalmıştık Örsan’la... Ama sonra Turban’a, çöl ortasında yeşillikler içindeki bir kasabaya, daha doğrusu bir vahaya gelmiştik, deniz seviyesinden 154 metre aşağıda bir çukura...
Özay Şendir
Öğretmenlik ve sosyal statü
24 Kasım 2024
Didem Özel Tümer
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’dan ABD’ye YPG mesajı: Sineye çekmeyeceğiz
24 Kasım 2024
Abbas Güçlü
Öğretmenler neden mutsuz?
24 Kasım 2024
Zeynep Aktaş
Her şey faizlere kilitlendi
24 Kasım 2024
Ali Eyüboğlu
Aşkın Nur Yengi: ‘‘Rekabet derdimiz yoktu’’
24 Kasım 2024