Terim, Carnegie Vakfı’ndan Judy Dempsey’e ait: AB ve NATO, Yunanistan’ın “pampered” (şımartılmış, bir dediği iki edilmeyen) ordusunu inceliyormuş... NATO uzmanları bakmışlar, bakmışlar ve Yunan silahlı kuvvetlerinin ne kendi, ne de NATO’daki görevlerine yararlı olmayacağına karar vermişler; Yunanistan’a “Gelin, ne yapamayacağınızı siz de bizzat görün” demişler. Yani bakmayın Yunan gazetelerinin ve onlardan aktararak bazı Türk internet sitelerinin telaşlı “Amerikan ve Alman askerleriyle Yunan deniz ve hava kuvvetleri, muhtemel düşmana karşı gerçek roketlerle ortak tatbikat yapacaklar” başlıklarına...
Evet, geçen Mart’ta da Yunan Hava Kuvvetleri, İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri ile ortak tatbikat yapmış, ama havada ikmali bile beceremeyen Yunan uçakları adalara inmek zorunda kalmış, İsrail gazetelerine alay konusu olmuştu. Yunan gazeteleri de bu kepazeliğe kılıf uydururken “Bizi durduran sadece nakit sıkıntısı” diye yazmışlardı.
Ancak herşeye karşın Avrupa’da ve hatta Amerika’da sokaktaki bir çok insanın zihninin gerisinde Yunanistan’a karşı bir Türkiye korkusu da yok değil. Bu korku, sadece sokaktaki insanlar değil, hatta “irredentism” ve “irredenta” kelimelerini bir kaynakta görmüş olacak kadar mürekkep yalamışlarda daha baskın. Bu kavram, bir ulusun savaşta veya anlaşmalar yoluyla, üzerinde atalarının mezarı ve kendi dilini konuşan insanların bulunduğu köylerini, kentlerini başka ülkenin elinde bırakmanın sonucu kapıldıkları duyguyu anlatıyor. “Kaybedilmiş, geri alınamamış toprak” ve bunların bir gün geri alınacağı hissi. Kimi ülkede bu, bir “his” olmaktan çıkıp, siyasal hareket, hatta siyasal parti ideolojisi olarak bile görülebiliyor.
MHP lideri Sayın Bahçeli’nin “81, 82, 83” demesi bile kendisini dinleyenleri heyecanla ayağa kaldırıyorsa, bunu Misak-i Milli tanımlamasındaki “irredenta” (kazanılamamış topraklar) ile açıklamak mümkün.
Yunanistan’ın Türkiye’ye atfettiği “irredentism” konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değil. 12 Adaları’nın Yunanistan’ın eline geçmesindeki İngiliz ve Amerikan oyunlarının verdiği aldatılmışlık Türk kolektif şuurunda halâ bir yaradır. Ama Türkiye’de bir süre görev yapmış herhangi bir büyükelçilik görevlisinin şehadet edeceği gibi ne gizli, ne de açık bir “Elen topraklarını tekrar anavatana katma” ideali vardır. Bir halkın masalında, şiirinde yer almayan, annelerin bebeklerine söyledikleri ninnilere girmemiş “kaybedilmiş toprak” hayali olabilir mi? Ninelerimizin Girit anıları, yakın dönem subay hatıralarındaki Selanik sadece gönül bağımızı işaret eder; “Gidip de alalım,” hayalini değil.
Karakas’taki 3’ncü Deniz Hukuku Sözleşmesi görüşmelerini izlemiş bir gazeteci olarak, 1974 yılından beri hayıflandığım şey, Yunan siyasetçilerinin Ege’yi Türkiye’ye yasaklama ve bu suretle Ege’deki petrol varlığından, hem kendilerini hem de Türkiye’yi mahrum etme kafasızlığıdır.
Yunan silahlı kuvvetlerine bu kadar parayı döküp, halkını sefalete mahkum eden de işte bu kafasızlıktır. Yazık komşuya.
Mehmet uyandı ama Yorgo hâlâ uyutuluyor.