Astana görüşmeleri Suriye’de çatışmasızlık bölgeleri kurularak karşılıklı güven oluşturan süreci başlatmasını amaçlamıştı. Mayısta çizilen dört çatışmasızlık bölgesini oluşturacak anlaşmalar yapılsaydı formülün işleyip işlemediği çoktan anlaşılmış olurdu. Suriye’deki iç savaş hiçbir ülkeyi, hatta Beşar Esad’ı bile Türkiye ve Ürdün kadar ilgilendirmiyor, kaygılandırmıyor. Türkiye ve Ürdün, Suriye savaşının en büyük yükünü, savaşın evsiz bıraktığı 5 milyon insanın sorumluluğunu taşıyor.
Astana formülünün yürürlüğe konulamamasının sebebi, İran’ın oynayacağı rol yüzünden, Amerika’nın takındığı olumsuz tavır idi. Bu tavır, G20 görüşmelerinde, Rusya, Türkiye ve ABD başkanları arasındaki üç ayrı ikili görüşmeyle giderildi ve Esad rejiminin müttefiki ve temsilcisi rolündeki Rusya, ABD’ye, İran konusunda bir dizi teminat verdi. Bunların başında, İran’ın doğrudan veya Hizbullah ile işbirliği yaparak garantör olmayacağı güvencesi vardı. Trump da, Erdoğan da bu garantinin İsrail için yeterli olacağını düşünmüş olmalılar.
Astana planında, İsrail’in 1974 yılında kabul ettiği ateşkes hattının tam üzerinde, Golan Tepesi’ne komşu El Kuneytra bölgesindeki çatışmasızlığın İran tarafından denetlenmesi öngörülmüştü. Türkiye, Astana görüşmelerinin ev sahiplerinden biri olarak, elbette İran hükumetinin çatışmasızlığın sağlanmasında dürüst davranacağına güveniyordu. İran’ın çıkarı şu sırada artık Esad rejiminin yeni çatışmalara sürüklenmesinde değil, tersine, Şam yönetimine mümkün olduğu kadar çabuk ve mümkün olduğu kadar uzun sürecek bir sessizlik dönemi sağlamaktadır. Esad, bu sessizliği, muhalefeti yendiği ve DEAŞ’ı temizlediği tarzında yorumlayacak bir propagandaya araç yapacaktır. Rejim kendi halkına varil bombası atmadığı ve kimyasal saldırıya hazırlanmadığı sürece, mültecilerin ülkede kurulacak kamplara nakline imkân verecek bir çatışmasızlık dönemi herkesin hayrınadır.
G20’de sağlanan ve Trump ile Putin’in ortak bir basın toplantısıyla ilan ettikleri yeni anlaşma çerçevesinde, ABD daha önce gönülsüz baktığı çatışmasızlık bölgelerinde özellikle güneybatı bölgesinde aktif görev almaya hazırlanıyor. Hatta Trump, G20 sonrası Fransa’ya hafta başında yaptığı gezi sırasında, Suriye’de ateşkesin daha kalıcı hale gelmesi için yeni anlaşmalar yapılacağını bile açıkladı. ABD bu anlaşmalarla, Suriye’de ilk kez DEAŞ’la mücadele dışında da rol oynamayı kabul etmiş oluyor.
Tam bu sırada, İsrail hükümeti, Kuneytra bölgesine Rus birliklerinin gözlemci-garantör olarak girmesine karşı olduğunu ve Hizbullah’a bağlı bazı milislerin hâlâ bu bölgede bulunmaya devam ettiğini öne sürerek, ABD’deki bütün Musevi lobilerini, Washington’un anlaşmadan çekilmesini sağlamak üzere seferber etti. Bu tutum İsrail’in umduğu sonucu verecek olursa, Suriye’de tünelin ucunda beliren ümit ışığı yok olacak demektir. Bu ise bölge halkının, Arap Baharı denen kalkışmanın Suriye’ye sıçratılmasının asıl sebebinin Büyük İsrail rüyasından ibaret olduğu kanısını güçlendirecektir.
ABD bu sorumluluğu taşıyabilir mi?