İran’da Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin tacı tahtı bırakıp (ama milyonları, hatta milyarları Amerikan uçaklarıyla Mısır’a ve İsviçre’ye göndererek) İran’dan ayrılmasının üzerinden tam 40 yıl geçti. O yıllarda Tahran’dan gelen haberlerin hemen tamamı, Evin Hapishanesi’nde rejim aleyhtarlarına yapılan işkenceler, tutuklanan ama bir daha kendisinden haber alınamayan şairler ve romancılar hakkındaydı. Ülkede siyaset toptan yasak olduğu için, öldürülen, hapse atılan muhalif siyasetçi hemen hiç yoktu. Rıza Şah’ın 1941’de babasını tahtan çekilmeye zorlayarak, iktidarı ele geçirdikten, ülkeden kaçtığı 11 Şubat 1979’a kadar, istihbarat örgütü SAVAK eliyle öldürdüğü muhaliflerin sayısı on binlerle ifade ediliyordu. ABD’de Case Western Üniversitesi öğretim üyesi Richard Cottam, 1980’de bir makalesinde bu sırada kaybolan kişilerin sayısının 125 bin civarında olduğunu yazmıştı.
Baba Pehlevi Rıza Han’ın da başlattığı “modernleşme” programı sırasında bu programın insani faturasına karşı çıkanları acımasızca yok ettiği de hatırlanmalıdır. Baba-oğul kanlı bir modernleşme ve Batılılaşma çarkı kurmuşlardı ki ülke (şimdilerde bazı aydınlarımızın bir Sovyet safsatası derecesine indirgediği) emperyalizmin yarı-işlenmiş hammadde deposu olmaktan ileri gidememiş, ama binlerce evladını bu hayalperest hanedana kurban vermişti.
Bu kadar kanlı bir geçmiş olmamış olsaydı, belki bugün adına İslam Devrimi denen, ama gerçekte ne İslam’la ne de devrimle ilgisi olmayan molla isyanı, bu kadar kanlı ve bu kadar ülkeyi dünyadan dışlayan bir noktaya varmazdı.
Mollaların kurduğu kanlı rejim de Pehlevi hanedanın izinden gitti. İran kültürü ile Türk kültürünü karşılaştıran bir sosyolog, daha 1958’de, İran’da ve Türkiye’de rejim değişikliğinin kaçınılmaz olduğu sonucuna varmış, “Şu farkla ki İran’daki darbe çok kanlı olacak” diye yazmıştı. (Türkiye’deki darbe belki çok can almadı ama Türkiye’nin yüzüne başbakanını asan ülke damgasını vurmaktan geri kalmadı.)
Türkiye’de modernleşme, geleneksel vesayet sınıfının yetkilerini elinden aldığı için tepki de sadece bu sınıfla, asker-sivil bürokrasi ile sınırlı kaldı. İran’da ise vesayet sınıfı, siyasal iktidarı paylaşan organize din elitiydi. Pehleviler buna engel olmuştu. Türkiye’de hiçbir zaman siyasal yetkeyi paylaşan bir ruhban sınıfı olmadığı için, İran’daki organize din yapısını tanımayız. Şah’ın askerleri ve gizli polisiyle kurduğu kanlı modernleşme sistemine isyan bu sınıftan geldi. Ne var ki mollalar da Şah ile aynı kültürün ürünleriydiler; dolayısıyla değişen sadece cellatların kılık kıyafeti oldu.
Mollalar, ABD’nin ülkeyi eskiye götürmek için veliaht Prens Rıza’yı hazır beklettiğini biliyorlar. Bu, İran’ın neden bir türlü uluslararası toplumun yeniden saygın bir üyesi olamadığını açıklamaz. Ama sözde devrimin 40’ıncı yıl sloganının neden “Amerika’ya ölüm” olduğunu açıklar. Amerikalılar bunu anlıyorlar mıdır?
Uzmanı Michael Ruben, danışmanı John Bolton olan ülkede anlayış denen şey kalmış mıdır?