Güneri Cıvaoğlu

Güneri Cıvaoğlu

ngunericivaoglu@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Dünkü yazımın sonlarında şu satırlar vardı.
“Herkesin kendi asma ve incir ağacı altında huzur içinde oturduğu, adını gizlemeden, dininin kutsal mekânlarında serbestçe dua edebildiği bir ülke...”
.......................
1000 yıllık bir Musevi hülyasını yansıtan bu cümleyi Türkiye’deki Musevi vatandaşımız Aaron Nommaz’ın “YAHUDİ CASUS- JOZEF NASİ” romanından aldım.
“Nasi” kadim Musevilikte “prens” anlamına gelir. (Ülkemizde de Nasi soyundan gelen Musevi vatandaşlarımız var.)
Aaron Nommaz’ın romanı bir “belgesel tadında.”
Kanuni (Muhteşem) Süleyman döneminde İspanya’dan Portekiz’e geçmiş, Yahudi avcısı engizisyon mahkemelerinden kurtulmak için görünüşte Hıristiyan olmuş, Hıristiyan adları almış, her pazar kiliseye giderek toplu ayinlere katılan ama aslında -gizlice- Musevi kalan, Musevi ibadet ve âdetlerini sürdüren bir ailenin öyküsüdür.
Josef Nasi bir gün Osmanlı’ya göçeceğini, ailesini de götüreceğini düşünmekte ve bulduğu bir -gizli Osmanlı Müslümanından- Türkçe öğrenmektedir.
Kitaptan bir pasaj sunayım...
Osmanlılar bizim düşmanımızdı.
Daha doğrusu, fanatik Hıristiyanlar böyle düşünmemizi istiyor.
Fakat gerçekte Müslümanlar bizim düşmanımız değildi.
Onların ülkesinde vergisini ödeyen herkes kendi asma ve incir ağaçlarının altında oturuyor. Cermen İmparatorluğu’ndan kaçıp, İstanbul’a giden Sarfati, (İspanya ve Portekiz’den göçen Yahudiler için kullanılan bir tanım) Avrupa’daki dindaşlarına böyle yazmıştı mektubunda.
Davet etmişti onları Grand Turco Mehmed’in (Fatih) ülkesine.
Oğlu Beyazıd da ülkesinin kapılarını açmıştı.
Engizisyon zulmünden kaçanları, Selanik, Bursa, İstanbul, İzmir, Patros, Avlonya gibi şehirlere gönderiyorduk. (Aile kendi ticaret gemilerinde gizlice Yahudileri Osmanlı’ya kaçırıyordu.)
Şimdi burada işlerimiz yolunda olabilir ama ya gelecekte?
.......................
Aile İstanbul’a yerleşir.
Ailenin kadın büyüğü Donna Gracia Sultan’ın “mücevhercisi” olur.
Aslında “para işlerinde” danışmandır.
Josef Nasi ise Avrupa nezdinde Sultan’ın istihbarat danışmanı ve kaynağıdır.
Hatta ona “Naksos Adası dükü” unvanını verir.
Onları Saray’a sokan ise kendilerinden önce gelmiş aileden bir hekimdir.
O da Sultan’ın özel hekimidir.
O zamandan bu yana Kudüs dahil Osmanlı topraklarında Museviler özgürce yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Ticaret yapmışlar, tıp alanında çok iyi hekimlerle hizmet vermişlerdir.
Sürgün yıllarındaki “Kudüs’e kavuşmak” duaları da gerçekleşmiştir.
.......................
Kudüs tek tanrılı 3 büyük dinin kutsal şehridir.
Müslümanlar için Mescid-i Aksa, Museviler için “Ağlama Duvarı” ve “Süleyman Mezarı”, Hıristiyanlar için Hz. İsa’nın sırtında zorlukla sürükleyebildiği kocaman haç ile tırmandırıldığı “Via Dolorose (Acı Yokuşu)” ve o yokuşun sonunda yatırıldığı taş, çarmıha gerildiği alan...
Osmanlı döneminden kalma “3 büyük dinin simgelerinin bir arada olduğu” binayı da hatırlatayım.
Giriş katında “Süleyman’ın mezarı” vardır.
Bir üst katta Hz. İsa’nın -tablolara da konu olan- “son yemeğini havarileriyle birlikte yediği ve göğe yükseldiği” iddia edilen salon, terasta ise küçük bir cami...
.......................
Kudüs işte yüz yıllarca böyle bir anlayışın, birlikte yaşayışın şehri.
Bu anlayış öylesine köklüdür ki kazınamaz, silinemez.
Mescid-i Aksa hassasiyeti bu “hoşgörü ve birlikte yaşama kültürünün” ışığında görülmeli, çözümlere yol gösterici olmalıdır.
Binlerce yıldır çok acılar çekmiş, kıyımlara uğramış Musevilerin yurtlarına sahip olmaları elbette güzel ama kadim “birlikte yaşama, eşit ve özgür insanlar” ilkesini rehber edinmeleri daha da güzel olacaktır.