Geçen asrın ortalarına doğru Sovyetler bizden Kars’ı, Ardahan’ı isteyip, boğazlardan hak talep edince, NATO’ya girmek zorunda kaldık. Yani bizi veremle korkutup, KOAH’a razı ettiler.
NATO’ya kabul edilişimizi düğün bayramla kutlamıştık; Sovyetler’in fiili saldırısından kurtulduk lakin NATO ile birlikte içeride kendi kendimize ölüme terk edilmiştik!
Bulunduğumuz bu coğrafya güçlü olmayı ve kendi kendine ayakta durmayı zorunlu kılmasına karşın, NATO yüzünden silah ve mühimmat üretebilmek şöyle dursun, askerimizin potinini bile ABD’den getirtiyorduk.
Uzun yıllar sefalet içinde kıvranan halk, sıtmadan kırılıyordu. Her yanını saran bitlerden kurtulabilmek için de sonradan Türkiye’de ve dünyada yasaklanmış olan DDT’den bile yoksundu.
NATO ile birlikte kinine (sülfat) ve DDT’ye kavuşan
ve bu dertlerden kurtulan(!) halk, denize düşmüş haliyle yılana sarıldığını nereden bilsindi? Bu durum DDT’nin kanserojen zararından daha tehlikeli olup, halkın uyutulmasına ve NATO’yu emin liman bilmesine yol açtı.
NATO’ya girmekle askeri bürokrasimizin yönetimini yabancılara terk ve teslim ettik. Sivil yönetim ise, zaten askeri vesayet altındaydı.
Zira halkın iktidarını etkisiz kılmak için, ‘vesayet anayasaları’ hazırlatıp demokrasimizi çoktan ‘güdümlü’ hale getirmiştik.
Yıllar geçiyor ama halk istenilen kıvama bir türlü getirilemiyordu, zira halkın yüzde 65-70 dolayındaki kısmına laf geçirilemiyordu.
Bunun da kolayını buldular; üstelik söz geçiremedikleri o yüzde 70’lik kesimin isteklerine cevap vererek buldular! Komünizmle Mücadele Dernekleri marifetiyle FETÖ’yü gergef gibi işleyerek, asker-sivil tüm kurum ve kuruluşların en ücra köşelerine kadar nüfuz ettiler.
NATO dişini, Kıbrıs Barış Harekâtı’nda gösterdi; silah üretmememiz karşılığında bize verdiği silahları, tam da lüzumu halinde kullanamayacağımızı bildirdi; yetmedi, ABD silah ambargosu uyguladı.
Bu hal bile aklımızı başımıza devşirmemize yetmedi; yerliliğe ve milliliğe yönelemedik.
15 Temmuz darbe girişimiyle duvara tosladık; ocak kızışmış, iş başa düşmüştü!
Kurtuluş Savaşı’nı da
tıpkı bu günkü gibi, yalnızlık ve yoksunluk içinde vermiştik. O gün de yerliliği ve milliliği savunanlara (başta M. Kemal Paşa ve arkadaşları) karşı ABD veya İngiliz mandasını savunanlar vardı. Bugün yok mu sanıyorsunuz? Hem de daniskası var!
Bugün de ülkemiz adeta İkinci Kurtuluş Savaşı’nı vermektedir; o gün, nasıl ki ‘hatt-ı müdafaa yoktu, sath-ı müdafaa vardı ve o satıh tüm vatandı!’, bugün de aynen öyle.
Bugün maruz kaldığımız manzaranın vahametine bakın ki düşman, kurum ve kuruluşlarımıza nüfuz etmesinin yanında, evlerimize kadar girmiş ve yangın bacayı sarmış durumda!
Tarihte örneği görülmemiş böylesi toplumsal bir yangına karşı yürütülecek savaşın el birliğiyle yapılması zorunludur.
Bizler tek vücut, tek hedef ve tek kalp olursak kurtuluruz; aksi halde yıkılmak istenen bu binanın, inanın kurtulanı olmayacaktır.