Tuhaflıklar ülkesinde yaşıyoruz diyeceğim ama inanın, tuhaf kelimesi de hafif kalıyor.
Hakikat güneşimizi ceket astarımızın içinde unuttuğumuz (unutturulduğumuz) günden beri, onun bunun elinde oyuncak olarak, bir o yana bir bu yana sürüklenip duruyoruz.
Başımızı iki elimizin arasına alıp muhasebeye giriştiğimizde; biz neyiz, kimiz, neye memuruz; nereye gidiyoruz, neden bizimle uğraşıyorlar sorularına yanıt bulmakta zorlanıyoruz..
Zorlanıyoruz, çünkü dünle irtibatımızı kestiler ve okullarımızda tarihimizi okurken; Orta-Asya bozkırlarından birden 20. Asra Cumhuriyet’e geldiğimizi gördük. Selçuklu ve Osmanlı dönemleri flu bırakılmıştı.
İlk çağ ve Avrupa’nın Orta çağ tarihlerini derinlemesine okumuş ve haklı olarak ‘karanlık çağ’ hükmünü vermiştik. Orta çağ karanlığının tüm dünyayı kapladığını zannettik.
Halbuki Orta Çağ İslam’ın ve İslam aleminin altın çağı idi; bundan bihaberdik.
Enerji çağında, yurt olarak enerji kaynakları üzerinde bulunuyorduk. Bu kaynakları elimizden alma pahasına; Cihan Harbi çıkarıp Cihan Devletimizi yıktılar.
Yakılıp yıkılan devletimizin külleri üzerine yeni devletimizi kurduk. Anadolu Yaylası üzerinde kurduğumuz yeni devletimiz, bu kez de enerji hatları üzerindeydi.
Bir saniyemiz dahi boş bırakılmaksızın adım adım takip edildik; 1950 yılına geldiğimizde, dışarıdan kuşatılmışlığa içeriden de kurumsal işgal ilave edilerek; sözde bağımsız, demokratik, sosyal ve hukuk devletimizi ilan ettik ama…
Devletlerin olmazsa olmazı askeri güçleridir; NATO ile beraber post-modern teslimiyetçiliğe boyun eğdik. Öyle ki; ABD’nin vermiş olduğu süttozu (Marshall yardımı) ile çocuklarımıza bakabilecek, yine ABD’nin verdiği potinle askerimizi giydirebilecektik.
İlk demokrasi tecrübemizi ( çok partili parlamenter sistemi); Başbakanımızla birlikte iki bakanını darağacına sallandırtmakta sonuçlandırdık. Demokrasiyi rafa kaldırmanın adını da; 27 Mayıs Demokrasi ve Anayasa Bayramı olarak ilan ettik!
Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir insan türünde aynı anda hem yas tutan ve hem de bayram yapan (hürriyeti kaldırıp hürriyet bayramı yapan) görülmemiştir. Ama gelin görün ki, bizi aynı anda hem ağlatıp hem oynattılar!
Bu ülkenin başbakanı, Afrika’daki ihtilallerden haberdar olduğunu ancak, burnunun dibindeki darbeyi bilmediğini acı acı dile getirirken bile; kendisine karşı darbe yapan MİT’i dizayn etmekten acizdi. Çünkü MİT, CIA’nin şubesi gibi çalışmaktaydı.
Hepsinden önemlisi; ülkenin aydın geçinenleri halkına, halkının değerlerine ve halkının seçtiklerine düşmandı. Düşmandı, çünkü köklerinden koparılmış ve hakikatten habersizdi.
Bizim ülkemiz; bütün dillerin konuşulduğu lakin kimsenin kimseyi anlamadığı Babil Kulesi’ni andırıyordu. Bu halimizden de, en ziyade dışarısı istifade ediyor ve iliklerimize kadar bizi sömürüyordu.
Biz ise; kimilerine göre ‘füruat’ olan başörtüsü gibi deli saçması konular etrafında birbirimizi yerden yere vuruyorduk.
Yüz yıl boyunca kavga ettik. Bugün geriye dönüp baktığımızda; katiline aşık çok azımız dışında, niçin kavga ettiğimizi de bilmiyoruz.
Bu ülkedeki akıl hastanesindeki bir hastaya; içeride kaç kişi oldukları sorulunca, haklı olarak şu cevabı vermiş: Siz dışarıda
kaç kişisiniz?!
Bilenimiz var mı?