İç ve dış istihbarat örgütlerinin en pis oyunu; karar vericilere, yüz kızartıcı veya onların şeref ve haysiyetlerini ayaklar altına alıcı suç işlettirip, bunların ilanı (açıklanması) halinde, sokağa çıkamaz hale getirilmeleridir.
Bu kişi ya da kişiler, yalnızca bir şekilde sokağa çıkabilirler; bu da ancak kendisine kumpas kuranların oyuncağı haline gelmek suretiyle olur. Mahut kişi, hangi görev ve makamda olursa olsun, görev ve yetkilerini, iplerini elinde tutanların emir ve istekleri doğrultusunda kullanmak zorundadır.
İstihbarat örgütlerinin hedefindeki bu kişiler (yasama-yürütme ve yargı), kendilerine sunulan imkanlarla; ‘kazan-kazan’ oyununu oynadıklarını zannederler. Gerçekte ise, sürekli kullanılırlar ve kaybeden hep kendileri olur.
Bunların kıymetleri (!) kullanıldıkları oranda ve o süreyle sınırlıdır. İşleri bitince veya emir dışında harekete yöneldiklerinde, sıkılmış limon gibi atılırlar!
Uydu devletlerin her kademedeki yöneticileri (devlet başkanından üst düzey bürokratlarına değin) bu denli iç ve dış tehdit odakları için hedeftirler. İçerideki istihbarat örgütlerinin dışarısıyla bağlantısı düşünüldüğünde, konunun vahameti daha iyi anlaşılır.
Bu durumun tipik örneğini Suudi Arabistan devletinde görmekteyiz. Uydu konumundaki bu devletin kralına ABD Başkanı; ‘iki haftalık ömrün var; ayağını denk al!’ diyerek gözdağı verdi.
Suudi Kral, 350 milyar dolarlık silah sözleşmesini imzalamaktan başka ne yapabildi?
Suudi Arabistan ve benzer ülkelerdeki hemen tüm siyasi cinayetler ve siyasi yolsuzluklar ve ahlaksızlıklar, hep CIA’nın gözetiminde, denetiminde ve hatta onun yönlendirmesiyle olmaktadır.
Son gazeteci cinayetiyle ABD; bakınız kaç kuş vurdu?
Bir ömür boyu kullandığı ve artık fazla olmaya başladığı bir ajandan kurtuldu! (Elindeki dosya içeriği ve kafasındaki bilgiler ABD’yi rahatsız edecek düzeydeydi.)
Bu cinayeti Suudi Kraliyet ailesine (Veliaht Prens Selman) işleterek; onlara, her birisi ölüme çıkan iki yol göstermiş oldu. Birincisi, yeni ve daha ağır şartları içeren emirlerin yerine getirilmesi, ikincisi de, suçlarını açıklayıp görevden düşürmek ve yerine daha kullanışlısını getirmek.
Bu cinayeti Türkiye gibi, laf dinlemeyen bir ülkede işletip; onu da işin içine sokmak! Eğer süreç, Türkiye tarafından iyi yönetilmeseydi, okkanın altına girmemiz işten bile değildi.
Mekke ve Medine (Harameyn) Suudi topraklarında bulunuyor ve bu yüzden Kraliyet ailesi, Hadim-ül harameyn ve şerifeyn (mukaddes beldelerin hadimi, hizmetkarı) diye anılıyor.
Böyle bir makama, dünyanın gözleri önünde, böylesine hunharca bir cinayet işlettirilerek, Müslümanlar ve daha önemlisi İslamiyet töhmet altına bırakılmakta.
Cinayeti bizzat işleyen katil sürüsünün hemen hepsi, doğrudan veya dolaylı olarak CIA’ya çalıştığından, cinayetle ilgili tüm bilgi ve belgeler ABD’nin elindedir.
ABD, bunlarla bir yandan Suudi yöneticilerin ümüğünü sıkarken, diğer yandan da tüm karşıtlarına gözdağı vermektedir.
Bütün bu; çayın taşları ile çayın kuşlarını vurmalardan, bizdeki ana muhalefetin anladığı ve vardığı sonuç; (gülmeyin!) cinayetin işlenmesine Sayın Erdoğan’ın ve hükümetinin göz yumduğu, yardım ettiği ve sorumlusu olduğudur.
Koltuğa oturup, Amerikan tıraşı olmak isteyenlere ‘berber’ ne yapsın?!
Vah ki, ne vah!