Sanıyorum şu bankalar - reel sektör ilişkisini ve buna bağlı olarak piyasa (rekabet) büyüme meselelerini soğukkanlı olarak konuşmamız lazım.
Bunu yapamazsak ekonominin can damarını oluşturan bu alanlarda yanlış anlamalara ve buna bağlı olarak piyasa işleyişine zarar vermiş olacağız.
Öncelikle bu hafta Sayın Cumhurbaşkanı’nın bankalara olan tepkisi ve buna bağlı olarak söyledikleri, yalnız bir siyasetçi olarak doğru ve haklı değil, bu tepki ve sözler, iktisat ve finans bilimi açısından da objektif tespitler.
Öncelikle en üst seviyeden gelen bu eleştiriler, kimilerinin sandığı gibi, sektöre değildir. Tam aksine, uzun vadede, yalnız ekonominin bütününe değil, banka sektörüne de zarar verecek bir anlayışa yöneliktir.
Rekabet nerede?
Sayın Cumhurbaşkanı’nın, açıkça vurguladığı gibi, bankaların bu denli hâkim olduğu ve reel ekonomi alanlarını yönettiği bir piyasa -ekonomi- olmaz.
Çünkü piyasa işleyişinin en temel kurallarından birinin burada olmadığını söyleyebiliriz. Yani sektörler arası rekabet yoktur burada. Banka ve finans sektörü, tüm ekonominin patronu olmuştur ve ekonomiyi yönetmektedir.
Böyle olunca, onlar “Bizim soluklanmamız lazım” deyince, hepimiz soluklanırız; onlar “Duralım” dediğinde, hepimiz dururuz; “Hadi gidelim” deyince de hepimiz gaza basarız... Böyle mi yani?
Evet, böyle olmasını istiyorlar, daha doğrusu, böyle olduğunu ve olacağını da ciddi olarak düşünüyorlar. Ama böyle olmamalı ve olmayacak... Çünkü bunun böyle olmaması rekabetçi, sağlıklı bir piyasanın ilk temel kuralıdır. Banka sistemi, elindeki kaynakları kısa vadeli kârlılığı düşünerek, yalnız sektörel kâr maksimizasyonu amaçlı olarak kullanamaz.
Çünkü o kaynaklar, Sayın Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi, diğer sektörlerin, hane halklarının kendilerine emanet ettiği sermayedir. İşte bu sermayeyi banka sektörü, sektörel tekel oluşturmak, diğer sektör temsilcilerini, hatta siyaseti kapısına dizmek için kullanamaz.
Yalnız Türkiye değil, buna hiçbir ülke izin vermez. “Şimdi artık hep birlikte duracağız” demek, bırakın sektörler arası rekabeti, sektör içi rekabetin en temel kuralını da çiğnemek değil de nedir?
Tabii bu, işin yalnız bir yanı. Ancak sanayi kârlarının üç dört misli konsolide kâr -faaliyet kârı değil- elde eden bir sektörün geleceği olabilir mi sizce? Bu konuda hem Türkiye’den hem de dünyadan çarpıcı örnekler vardır.
Bankaların esas işlevleri olan sanayiyi finanse etmeleri ve esas faaliyet kârlarını buradan elde etmeleri gerekir ki kendileri de sistemle birlikte yaşasın.
Ponzilik ve bankacılık...
Eğer banka sistemi konjonktürel davranıp, kısa vadeli rant uğruna ponzilik yaparsa sistem ilk önce çürükleri temizler. Tam burada Lehman Brothers’ı hatırlayalım. 2008 krizinin simgesi Lehman Brothers batarken, Basel-3 kriterlerini fazlasıyla yerine getiriyordu. Çünkü bugün birçok bankanın olduğu gibi, o zaman da Lehman Brothers aktiflerinde yüksek CDS (Credit Default Swap) ödenerek riskten arındırılmış “temiz” varlıklar (!) vardı. Bankanın sermaye yeterlilik rasyolarında sorun yoktu. Peki, Türkiye’de Demirbank nasıl battı? Burada Lehman’la Demirbank arasındaki ortak payda şudur; her iki banka da kısa vadeli ama yüksek kâr için kaynaklarını, konjonktürel olarak güvenli saydıkları tek bir yerde toplamışlar, esas işlevlerinden uzaklaşmışlardı.
Yani kaynaklarını, atomize ederek reel alanlara plase etmek yerine, bir tefeci gibi, rantı en yüksek -göreli güvenli- menkul kıymetlere yatırmışlardı.
Şimdi de sakın bazıları; “Türkiye’de nasılsa kamu yönlü borçlanma yukarı çıkar, şimdi bekleyelim, garantili olarak oraya park ederiz” düşüncesinde olmasın. Böyle bir şey olmayacak. Yani kamu borçlanma gereği rant sağlayacak -dışlanma etkisi- kadar artmayacak ve bu, faizleri yükseltmeyecek.
KGF olmasaydı...
Banka sisteminin elindeki kaynaklar özel sektörün kaynaklarıdır ve sağlıklı büyüme için oraya yönlendirilmelidir.
Bugün Türkiye’deki banka sistemi KGF uygulamasını baş tacı etmelidir. Çünkü bu uygulama olmasaydı bilançoların aktif tarafı çok hızlı olarak bozulacak ve şimdi bahsettikleri kaynak sorunu çok daha derin bir şekilde karşılarına gelecekti. Ayrıca mevduat yetersizliğinden bahsediyorlar, ekonomi büyümeden, reel sektör ayağa kalkmadan hangi mevduatı toplayacaklar. “KGF mevduatları hızla krediye dönüştürmüş de hızlı kaynak erimesi olmuş” Bu da son günlerde duyduğum bir bankacı fıkrası olarak kulaklarımı tırmalıyor. O mevduatlar kredi olsun diye orada...
Bu kredilerin oluşturduğu büyümenin yeniden, çarpan etkisiyle, mevduat olarak dönmeye başlayacağını muhtemelen biliyorsunuz. Ama sorun, bunu bilmek ya da bilmemek değil. Burada “eski tas eski hamam” sisteminin devam edip etmemesi sorun...
Düşük faiz nasıl?
Sermaye, kârlı alanlara yatırım yapmayı arayan bunun için de önündeki bütün engelleri aşan bir nehir gibidir. İçinde bulunduğumuz kriz tam da bunun krizidir. Amerikan Merkez Bankası (Fed), Avrupa Merkez Bankası (ECB) aslında parasal genişleme yaparak atıl alanlara yatırım yapacak, reel ekonomiyi canlandıracak sermaye oluşturmaya çalışıyorlar ama bu olmuyor; çünkü gelişmiş ülkelerde, teknoloji, emek ve pazar üçgenini yakalayacak yatırım alanları sorunu var ve banka sistemi para yaratıyor ama sermaye yaratamıyor.
Türkiye’de ise bu sorun bu denli yakıcı değil. Banka sistemi, hem kendisi için hem de tüm ekonomi için sermaye oluşturabilir. Bunun da tek yolu, bankaların kaynaklarını doğrudan, durmaksızın reel sektöre yönlendirmesi ve burayı büyütmesidir. Bu, aynı zamanda, faizleri aşağıya çekecek ve banka sisteminin de ucuz ve kolay kaynak bulmasını sağlayacak yegâne yoldur. Evet, yüksek faiz reel sektörün olduğu gibi, banka sisteminin de düşmanıdır ama gerçek anlamda bankacılık yapan banka sektörünün.