16 Nisan referandu-munun sonuçları üzerine öyle sanıyorum ki yüzlerce sayfa bir solukta yazılabilir; bu sonuçlar üzerinden hatırı sayılır kitaplar, doktora tezleri ortaya çıkar. Ancak hukuki sonuç için sadece rakamlara ihtiyaç var ve o rakamların ortaya çıkardığı siyasi bir kesinlikle karşı karşıyayız.
16 Nisan itibarıyla Türkiye’nin siyasi ve idari sistemi değişti. Esasında bu, 15 Temmuz 2016’nın doğrudan sonucudur ve 15 Temmuz’da darbeye izin vermeyen halkın anayasal devrimidir. Beğenin ya da beğenmeyin ama böyledir.
Esasında burada şöyle bir paradoks da var; son on yıldır, özellikle 2008’den beri, metropollerde, Ak Parti’nin ekonomi-politikaları ile refahı yükselen, ulaşım ve kitle iletişim araçlarını en üst düzeyde kullanan orta-üst sınıflar, aşağıdan gelen bu yeni dalgayı risk olarak algıladı ve “durumlarını” korumak üzerine pozisyon aldı. Ancak bunun zamana bağlı bir sınıfsal tedirginlik olduğunu sanıyorum. İstanbul, Ankara gibi iki büyük metropol başta olmak üzere, Türkiye’nin sanayi ve ihracat merkezlerindeki itiraz, bana göre, 2012’den beri Türkiye’nin büyüme temposunu aşağıda tutmaya çalışan ve bunu da -maalesef- başaran anlayışa itirazdır.
Kapsayıcı büyüme
2012-2013 aralığında büyük şehirlerdeki orta sınıfın ve buradaki gençliğin, var olan ekonomi-politikalarından elde edeceklerinin sınırına gelinmişti. Eğitim, ulaşım, altyapı, sağlık sistemleri yaygınlaşmış ve genel refahı bir üst basamağa ulaştırmıştı. Ancak bu kesim, artık daha hızlı ve kendisine doğrudan değecek bir büyüme -ortak zenginleşme- istiyordu. Zaten bunu iktidar tarafında ilk keşfeden Cumhurbaşkanı oldu. Erdoğan’ın, aslında bir G-20 argümanı da olan, “kapsayıcı büyüme” vurgusu günlük konuşmalarına bile sirayet etmişti ve onun “Faizlerin daha da düşmesi lazım” çağrısı bu yeni büyüme ve kalkınma perspektifinin anahtar çıkışı idi. 2015 seçimleri de buna benzer bir tabloyu ortaya koymuştu. Sanayici, çalışan, esnaf Ak Parti’den daha fazlasını istiyor ama bunun Erdoğan’sız da olmayacağını görüyordu. Haziran-Kasım 2015 arası bu seçmeni ekonomik taleplerinden vazgeçirmedi ama Türkiye’ye ve Erdoğan’a saldırı öyle yoğunlaştı ki bunun sonucunda bu seçmen, “Önce istikrarı bir görelim, sonra ötesini” diyerek yeniden Ak Parti’ye tek başına iktidar imkânını verdi. Daha doğrusu, Erdoğan’a partini ve hükümet etme şeklini değiştir mesajını da verdi.
İtirazcılar kim?
Cumhurbaşkanı da bunu yaptı. Kasım 2015 ile Nisan 2017 arası olan budur.
Bu değişime “dışarısının” çok büyük itirazı oldu. Çünkü yeni anayasal sistem, “dışarısının” Türkiye’ye müdahalesinin hukuki ve siyasi temelini ortadan kaldırıyor. Yürütmeyi ve yasamayı doğrudan seçmene bağlıyor.
Hatırlarsanız, eskiden Türkiye’de başbakan olacaklar önceden bir ABD turu yaparlardı. Sonra Avrupa tarafı da başbakan adayına bakar ve buralardan “okey” gelirse o adayın partisi hızla tanınmaya, daha doğrusu, parlamaya başlardı. Sermaye desteği “taban” desteğini de getirir ve ana akım medya bu partinin daha doğrusu “okeyli” adayın etrafında kenetlenirdi. İşin ekonomi-politikası tarafı daha vahimdi. Bütçeyi zaten IMF yapardı. Merkez Bankası başkanları ve diğer stratejik kurumların başına geleceklerin nasıl belirlendiğini de biliyorsunuz.
Türkiye’deki bu tarihi değişim hiç şüphesiz ki Doğu Avrupa’dan Ortadoğu’ya kadar olan büyük bölgede, büyük devletlerin onların arkasındaki sermaye gücünden bağımsız yeni bir demokratik yönetim modelini ortaya çıkartıyor. Bütün bu bölgede, hegemon ekonomik ve siyasi küresel yapı, yaklaşık iki yüzyıldır iki temel yönetim biçimi dayatmıştır. Birincisi, yönlendirmeye açık vesayetçi parlamenter sistem; ikincisi ise doğrudan askeri ya da yarı askeri rejimler. Türkiye’de ve 1989 sonrası Doğu Avrupa’da birincisi geçerli olurken, Ortadoğu’da ikincisi; örneğin Baas rejimleri doğrudan askeri ve yarı askeri diktatörlükler olarak yapılandırılmıştır. Şimdi bu tarih bitiyor; Türkiye, bu tarihsel dayatmaya Erdoğan gibi bir lider sayesinde halkın iradesiyle demokratik olarak son verdi. Ortadoğu’da Baas rejimleri arkalarında iç savaş bırakarak tarih sahnesinden çekiliyor. Doğu Avrupa ise, ekonomik krizi aşacak bütünlüklü demokratik bir sistemi ortaya çıkaramadı ve buradaki parçalanmış siyasi yapı, yönetim sorununu önce derin ekonomik krize sonra da halk ayaklanmalarına -kaçınılmaz olarak- dönüştürecek. Şimdi Türkiye’nin burayı yeni bir siyasi ve ekonomik modelle aşmaya başlaması, bir önceki yüzyılda, iki büyük dünya savaşı ile ancak ayakta kalmış güçlerin en büyük korkusu...
Bir uyarı...
Bu demokratik dönüşümü karalamak için her türlü kurumu aracı kullanacaklar.
Katılım oranı bir rekor olan, terör ve kargaşanın olmadığı bir oy verme sürecini Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gibi kurumların raporlarını çarpıtarak, cımbızlayarak karalama kampanyalarına alet etmenin de çok işe yaramayacağını ve esasında bu yanlışın, Türkiye’den çok bu kurumları ve AB değerlerini yıpratacağını da söylemiş olalım. Çünkü 1975’te kabul edilen ve AGİT’in anayasası olan Helsinki Senedi, egemenliğe saygıyı temel kabul ederek, içişlerine karışmamayı, halkların kendi kaderlerini tayin etme temel ilkesinden hareketle, kabul eder.
16 Nisan’da Türkiye’de halk yeni yolunu, sistem değişikliğini yüksek katılımlı ve olaysız bir referandumla kabul etmiştir.
Esasında Türkiye, Avrupa’nın da bir parçası olarak, yeni bir birliğin ve yeni bir Avrupa’nın da temellerini atmıştır. Türkiye için buradan kopuş tabii ki olmayacaktır ancak hiçbir şey de artık eskisi gibi olmayacaktır.