İspanya’da Katalonya’da olanlar ve hem Madrid’in hem de AB’nin karşı çıkmasına rağmen yapılan referandum, özünde Avrupa’nın içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi sorunların doğrudan ürettiği bir sürecin son halkasıdır.
Almanya seçimlerinde ırkçı partinin elli yıl sonra meclise girmesi ve sağ-sol olarak merkez Alman siyasetinin çökmesi ile İspanya’daki sorunun kaynağı aynıdır: 2008’de ABD’de finansal kriz olarak başlayan derin sistemik krizin tüm Batı’da topyekûn ekonomik ve siyasi altüst oluş krizine dönüşmesi...
Katalonya, İspanya’da zenginliği (refahı) üreten bir bölge. Katalanlar, genel ekonomiye aldıklarından daha fazla katkı yapıyorlar. Bu bölge GSYİH’nin yüzde 19’unu üretiyor ve her yıl yaklaşık 10 milyar euro bu bölgeden, net kaynak aktarımı olarak çıkıyor. Başka bir deyişle, Katalanların verdikleri vergi, bölgelerine aldıkları yatırım ve hizmeti 10 milyar euro aşıyor. Barcelona’da yaşayanlara göre Madrid taşra.
Ortak yoksulluk
İktisadi olarak baktığımızda bu durum, dünyanın bir çok ulus-devletinde görülen bir bölgesel farklılık. Ancak tarihsel olarak farklı coğrafi etnik kümelenmeleri barındıran ulus-devletlerde zengin olanın ayrılma isteği, ellerindeki zenginliğin merkezi yönetim tarafından, giderek artan oranda alınması ve ortak yoksullaşma beklentisinin ortaya çıkmasıyla beliriyor. Bu anlamda İspanya’daki ayrılık meselesi AB’nin ve genel olarak da tüm Batı dünyasının içinde bulunduğu ekonomik krizden ayrı olarak değerlendirilemez. Yani AB, ortak zenginleşmeden ortak yoksullaşmaya giden bir sürecin tam ortasında ve AB’yi oluşturan ulus-devletlerin de, AB ile birlikte, parçalanması bu bağlamda gündeme geliyor.
Esasında bu kriz, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Batı Almanya’nın Doğu Almanya’yı ilhak etmesiyle başlamış ama Doğu ülkelerden Batı’ya aktarılan ucuz emek ve kaynaklarla ertelenmişti. Yugoslavya’nın parçalanmasıyla devam eden bu süreç, şimdiki AB’nin de sonunu getirdi. AB, yeni bir ulus-devletler üstü ortak refah projesi (commonwealth) olarak ortaya atıldı. Ancak tam şimdi bir ortak yoksullaşma ve ayrışma süreci olarak devam ediyor.
Birleşik Krallık da bir ortak refah (commonwealth) taahhüdü olarak şekillenmiştir. İngiltere, Birleşik Krallık'ın çatısını oluşturan ulus-devlet olarak, İrlanda, İskoçya gibi tarihsel olarak güçlü ulusları bu ortak refah taahhüdüyle bir araya getirdi ve yakın zamana kadar da -İrlanda’nın itirazlarına rağmen- Birleşik Krallık içerisinde sorunsuz tuttu. Esasında Birleşik Krallık, bir ulus-devlet modeli olmaktan çok bir imparatorluk modeliydi ve İngiltere de buna uygun olarak yakın zamana kadar “imparatorluk” serüvenini devam ettirmeye çalıştı. İngiltere, AB ile ortaklığını da Birleşik Krallık içinde tutmaya çalıştığı ülkelere verilen bir AB havucu olduğu için devam ettiriyordu. Yani commonwealth’a AB’nin katkı yapacağını varsayıyordu. Bunun ortadan kalktığını hatta tam aksine, AB üyeliğinin giderek güçlenen Almanya’ya kaynak aktarmaya dönüştüğünü görünce Brexit ortaya çıktı. Bu anlamda Brexit, çok hesaplı ve planlı bir İngiliz adımıdır ve kesinlikle yol kazası değildir.
Mikro-devletler
Avrupa Birliği projesi özünde ulus-devletlerin bir üst birliği olarak ortaya çıktı ve ortak refahı herkese eşit olarak yayarak ve bu olduğu ölçüde, ulus-devletleri içinde eriterek, imparatorluk ve ulus-devlet modelleri dışında, yeni bir birlik arayışıydı. Tam şimdi hem İngiltere’nin ortak refah taahhüt eden Birleşik Krallık modeli hem de AB’nin ulus-devletleri aşan ortak refah devleti modeli çöktü.
Bu “uygarlık” paradigmasından geriye bir tek, refahtan ziyade bir savaş ve güvenlik devleti olarak oluşan Birleşik Devletler (ABD) kaldı. ABD’nin “sivil” tarafının bile silaha ve savaşa dayalı olduğunu daha dün Las Vegas’ta yapılan katliam göstermiyor mu?
Birbirini dengeleyecek ve tamamlayacak şekilde refah devleti (Avrupa-Birleşik Krallık) ve savaş devleti (ABD) olarak Batı’nın oluşturduğu ve küreselleştirmeye çalıştığı iki yüzyıllık paradigma çöküyor. Ve bu anlamda, bu sistemi kuranlar küreselleşmeden vazgeçerek mikro ve kolay yönetecekleri ulus-devlet modellerini “bağımsızlık” hareketleri olarak ortaya çıkartıyorlar ya da bu dinamiklere yol veriyorlar.
Öte yandan, başta Çin olmak üzere (bkz: Tek kuşak, tek yol projesi) yükselen ulus-devletler, küreselleşmeye ve açık ekonomilere, yeni birlik projelerine sahip çıkıyorlar ve bunları geliştirmeye çalışıyorlar. Yani dünün küreselleşmecileri liberalleri bugünün içe kapanmacı, mikro-devletçi “liberallerine” dönüştüler.
Küreselleşmenin gerçek oyuncuları ise gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerini yeni bir anlayışla büyüten yeni liderler ve onların siyaseti. Korumacılığı değil, daha fazla dışa açılmayı, daha az tekeli ve daha çok piyasayı, kapsayıcı büyümeyi, gelir dağılımının hızla düzelmesini, her alanda inovasyonu savunan bu anlayış yeni sanayi devriminin de öncüsü...