Oynamadan kazanılmaz
Olimpiyat’ta dün gece oynanan derbiyi doğru okuyabilmek için Denizli’nin son kez bir büyük takım çalıştırdığı 2009-2010 sezonunu anımsamak gerek. O yıl da Denizli, Beşiktaş kadrosunun rakipleriyle yarışacak kalitede olmadığını biliyor; büyük maçlara ölesiye kontrol ve şok hücum felsefesiyle çıkıyordu. Özellikle 7 Kasım 2009’da Trabzon’da oynadıkları maçın 11’ini unutmak mümkün değil: Beşli savunma (Ekrem-Toraman-Sivok-Ferrari-İsmail), önünde üçlü bir defansif blok (Uğur, Ernst, Fink) ve uçta iki umut: Tabata’yla Bobo! Hatta Trabzon’un tek kale oynadığı ilk yarının ardından Uğur’un yerine İbrahim Kaş’ı sokup daha da sertleştirmişti Beşiktaş duvarını!
Dün de Olimpiyat’taki maça zirveyle arasındaki puan farkını koruma düşüncesiyle çıkmıştı Denizli. Ön stoper Chedjou’yla birlikte bir beşli savunma bloğu, Beşiktaş’ın tamamlayamadığı hücumları Yasin’e uzun vurarak aranan kontra atak umutları. İlk 45 dakika boyunca Beşiktaş’ın 13 şutuna karşılık Galatasaray’ın kaleye yetişmemiş tek bir şutu vardı sadece...
İkinci devrede tablonun kısmen değişmesinin ise basit bir nedeni var: Avrupa’da rakibinden 48 saat önce, üstelik de İstanbul’da oynamış Galatasaray, zaten Beşiktaş’ın bir türlü rotasyona girmeyen on birinin ikinci yarı yorulacağı üstüne kurmuştu planlarını. Lizbon’da travmatik bir 90 dakika oynayan, üstelik 70 dakika Sporting’e her alanda pres yapan Beşiktaş dün gece ikinci yarıda yorgunluk belirtileri gösterdi doğal olarak. Ama Şenol Hoca’nın bu kez değişikliklerde geç kalmaması, özellikle Kerim’i hemen 59’da oyuna alması çok önemliydi. Çünkü bu değişiklik sahaya enerji kattığı gibi bir niyet de iletti: Beşiktaş kazanmak istiyordu. Beşiktaş, bu maçın sonunda da kalecisi konuşulsun istemiyordu. Beşiktaş, çizgide kahramanlaşan Muslera’yı bir noktada pes ettirmek istiyordu. Beşiktaş oynamak istiyordu. Sonuçta da oynayan kazandı zaten. Denizli’yse 6 yıl geç kalmış bir mesajla ayrıldı Olimpiyat’tan: Futbolun bazen adaleti var işte. Oynamadan kazanılmıyor...