CaddeÖLÜMSÜZ RÖPORTAJLAR

ÖLÜMSÜZ RÖPORTAJLAR

14.02.2010 - 01:00 | Son Güncellenme:

Simone de Beauvoir, 20’nci yüzyılın en önemli feminist yazarlarından biriydi. Jean Paul Sartre ile ‘çokeşli’ bir aşk yaşadı. Sadakatin, evlilik gibi kurumlarda aranmaması gerektiğini düşünüyordu. Sevgilisi Sartre’la bir yıl sonrasına randevulaştığında geleceğine güvenmek, onun aşkının özüydü

ÖLÜMSÜZ RÖPORTAJLAR

Simone de Beauvoir beni Jean Genet ve Jean-Paul Sartre ile tanıştıran kişiydi; ikisiyle de sonra röportaj yaptım. Fakat Beauvoir kendisiyle röportaj yapmam konusunda tereddütlüydü. “Neden benim hakkımda konuşalım ki? Yayımladığım üç anı kitabında bunu yeterince yapmadım mı sence?” diyordu. Onu ikna etmek için birkaç mektup yazmam ve konuşma yapmam gerekti; tek bir şartla kabul etti “Fazla uzun olmayacak”tı.
Röportajı Montparnasse’da, Bayan de Beauvoir’ın Schoelcher Caddesi’ndeki atölyesinde yaptık; burası Sartre’ın oturduğu daireye beş dakikalık yürüme mesafesinde. Hem oturma hem de çalışma odası olarak kullandığı geniş güneşli odada oturduk. Şaşırtıcı şekilde raflar, ilginç olmayan kitaplarla tıka basa doluydu. “En iyi kitaplarım” dedi bana, “arkadaşlarımdadır ve asla geri gelmezler.” Masalar seyahatlerinde satın aldığı renkli objelerle kaplıydı, fakat odadaki tek değerli eser Giacometti’nin onun için yaptığı lambaydı. Odanın çeşitli yerlerine dağılmış gramofon plakları vardı; bunlar Bayan de Beauvoir’ın kendisine izin verdiği birkaç lüks zevkinden biri konumundaydı.
Madeleine Gobeil, 1965

Haberin Devamı

İnsanlar özdenetiminizin çok kuvvetli olduğunu ve çalışmadan bir gün bile geçirmediğinizi söylüyorlar. Saat kaçta başlıyorsunuz?
Güne başlamaktan genellikle hoşlanmasam da işlerimi halletmek için acele ederim. Önce çayımı içerim, sonra saat on gibi başlarım ve bire kadar çalışırım. Sonra arkadaşlarımla buluşurum; saat beşte tekrar çalışmaya başlayıp dokuza kadar devam ederim. Öğleden sonra sabah kaldığım yerden yazamaya başlamak hiç zor gelmez. Siz gidince gazete okuyacağım, belki de alışverişe giderim. Çoğunlukla çalışmak benim için bir zevktir.

Sartre’ı ne zaman görürsünüz?
Her akşam ve sık sık da öğlen yemeklerinde. Öğleden sonra genellikle onun evinde çalışırım.

Sürekli bir daireden ötekine gitmek sizi rahatsız etmiyor mu?
Hayır. İlmi kitaplar yazmadığım için kağıtlarımı yanıma alıyorum ve hiçbir sorun olmuyor.

Orijinal metinleriniz hep el yazısıyla mı? Onları kim deşifre ediyor? Nelson Algren el yazınızı okuyabilen çok az kişiden biri olduğunu söylüyor.
Daktilo bilmiyorum fakat yazdıklarımı deşifre edip daktiloya geçiren iki yardımcım var. Bir kitabın son hali üzerinde çalışırken özgün metinden kopya ederim. Çok dikkatliyimdir. Çok çaba harcarım ve yazım da gayet okunur.

Anılarınızın ikinci bölümünde Sartre’ın “La NausÈe”yi (Bulantı) yazarkenki halini betimliyorsunuz. ‘Huysuzluğum’ dediği şeye yani kedere takıntılı olduğunu anlatıyorsunuz. İlişkinin neşeli insanı olarak siz görünüyorsunuz. Buna rağmen romanlarınızda Sartre’da asla bulamayacağımız bir ölümle uğraş var.
Fakat onun “Les Mots”da (Sözcükler) ne yazdığını hatırlayın. Ölümün yakınlığını hiç hissetmese de okul arkadaşlarının ‘Aden, Arabie’nin yazarı Nizan’ın mesela- bu konudan çok etkilendiğini söyler. Bir bakıma Sartre kendisinin ölümsüz olduğunu hissederdi. Her şeyini edebi eserleri uğruna tehlikeye atmıştı ve eserlerinin yaşayacağını ümit ediyordu; fakat ben şahsımın yok olacağı gerçeğini hissettiğim için eserlerimin yaşayıp yaşamayacağıyla hiç ilgilenmiyorum. Hayattaki sıradan şeylerin, günlük aktivitelerin, kişinin izlemleri ve geçmiş deneyimlerinin bir gün yok olacağının hep farkında oldum. Sartre hayatın sözcüklerden oluşan bir tuzakla yakalanabileceğini düşünmüştür; bense sözcüklerin hayatın kendisi değil de hayatın bir reprodüksiyonu, yani ölü şeyler olduklarını hissettim hep.

Her romanınızda sahte kavramlarla yanlış yönlendirilen ve deliliğin eşiğinde bir kadın karakter görüyoruz.
Birçok modern kadın bu durumda olduğu için. Kadınlar aslında olmadıkları gibi davranmaya zorlanıyor; örneğin mükemmel eş olmaları gerekiyor, gerçek kişiliklerini gizliyorlar. Nevrozun eşiğindeler. Bu tür kadınlara sempati duyuyorum. Dengeli ev kadını ve annelerden daha çok ilgimi çekiyorlar. İlgimi daha da çekenler var tabii: Özüne sadık ve bağımsız, çalışan ve yaratan kadınlar onlar.

Sizce neden yirmi yıldır bu şekilde tanınmasına rağmen bir yazar olarak Sartre hâlâ anlaşılmıyor ve eleştirmenler tarafından topa tutuluyor?
Politik nedenlerden ötürü. Sartre doğduğu sınıfa şiddetle karşı çıkan birisi ve onlar tarafından hain olarak görülüyor. Fakat parası olan ve kitap satın alan sınıf da onlar. Sartre’ın konumu çelişkili. Burjuvazi tarafından okunan ve kendisinden çıkma olduğu için bu sınıf tarafından hayranlık duyulan burjuvazi karşıtı bir yazar. Burjuvazi kültüre egemen konumda ve Sartre’ı doğurduğunu düşünüyor. Aynı zamanda ondan nefret ediyor çünkü Sartre onu eleştiriyor.

Bazı kişiler eserlerinizin altında hep bir Tanrı özlemi olduğunu düşünüyor.
Hayır. Sartre da ben de hep buna karşı çıktık çünkü bir var olma isteği vardır ve bu istek tüm gerçekliklere uygulanabilir. Kant’ın entelektüel düzlemde söylediği şey de tam olarak budur. Kişinin nedensellik ilkesine inanması hiçbir şekilde yüce bir nedene inanmasını gerektirmez. İnsanın var olma arzusuna sahip olması var olduğu, hatta var olmanın mümkün olduğu anlamına gelmez; var olmak bir yansımadır, aynı zamanda da bir var oluştur. Sartre da ben de bu düşünceyi hep reddettik; düşüncemizin temelinde de bu reddediş vardır. İnsanda bir boşluk vardır, yaptığı işler bile bu boşluğa sahiptir. Hepsi bu. Ben istediğim şeyi elde edemedim demek istemiyorum fakat elde edilen şey hiçbir zaman insanların düşündüğü gibi olmuyor. İnsanlar siz sosyal düzlemde başarılıysanız genel olarak insanlığın gidişatından da memnun olduğunuzu düşünüyor. Fakat durum böyle değil.

Kendinizi çağdaş yazarlar arasında nerede görüyorsunuz?
Bilmiyorum. Neye göre değerlendirme yapmak lazım? Kopardığı gürültü, sessizliği, gelecek kuşaklar, okur sayısı, okuyan olmaması, belli bir zamanda taşıdığı önem, hangisine göre? Kadın sorunlarının tartışılmasına bazı katkılarım oldu. Eserlerimin edebi niteliğine gelince, kelimenin tam anlamıyla, en ufak bir fikrim bile yok diyebilirim.


TUHAF BİR AŞK
Simone de Beavuoir ve Sartre’ın yolları 1928 yılında Fransa’daki Sorbonne Üniversitesi’nin koridorlarında kesişti. Beauvior da Sartre da, ilişkileri boyunca evliliğe karşı oldu. İkisi de 50 yıl sürecek bu birliktelikte, zorunlu aşka sadık kalmaya yemin etti. Ama diğer aşıklardan farklı olarak onlar ‘açık birlikteliği’ onayladı. Ayrı evlerde oturdular, birbirlerini ‘somut’ olarak sahiplenmediler. Zamane sevgililerinin aksine, ne Sartre Simone’u ne Simone Sartre’ı esir aldı.

Yazarlar