Bu yazı hiç sanmadığınız bir yere çıkabilir; sakın şaşırmayın!
Sex and the City’ye gittik. Yeni bir Külkedisi tarifidir yapılan: Camdan pabucunun parasını kendi veren! Benim bu film hakkındaki ‘saplamam’ budur. Yeni Külkedisi’nin mesleğinin köşe yazarlığı olmasına dikkat isterim.
Fakat elbette camdan pabuçlar giymeye müsait bir tür köşe yazarlığı... Bu sebepten olacak, filmin başkarakteri Carrie hakkında kimi tartışmalar cereyan etti pazar eklerinde süregiden fikir hayatımızda.
Hakikaten bağımsız kadın kültü evliliğe kurban mı edildi, yoksa aşkta gurur yok mudur, evlenmeli mi evlenmemeli, erkeklere nasıl eziyet edilmeli, yoksa hiç edilmemeli mi, onlar da mı insan, gibi gibi gibi...
Oysa film o kadar hafif ki hakikaten hiçbir şey düşünmeden başlayıp bitirebilirsiniz. Zaten nihai amaç da bu: Kusursuzca tasarlanmış bir seyran yerine bakıyorsunuz ve hooop alevler, dumanlar, boncuklar, renkler, kumaşlar, payetler, markalar, reklamlar, öpüşmeler derken, başladığı gibi bitiveriyor film.
Geriye ise camdan pabucunu kendisi satın alan ama yine de o pabucu bir prensin elinden giymek isteyen Amerikanyalı bir modern zamanlar prensesi kalıyor.
Bizim pabuçlar
Amerikanyalı prensesler ayrı. Ama buralarda bizim gördüğümüz pabuçlar camdan değil. Niyeyse, pabuçlar üzerine düşününce, pabuçlar üzerinden... Biz buralarda bambaşka pabuçlarla ilgileniyoruz.
Bizim pabuçların çoğunun altı delik. Yerde yatıyor sahibi, kanlar içinde bu yüzden görebiliyorsun, altı delik. Hrant’ın ki gibi...
Altı delik olması yetmezmiş gibi, bazılarının da sahipleri ölmüş oluyor. Tuzla’da ölen işçilerin ayakkabıları şimdi hangi kapıların önünde duruyor? Ölecek başka işçiler mi alıyor o ayakkabıları?
Acerel, Desa ve Yörsan işçilerinin önleri açılmış ayakkabıları. Onlar kimsenin görmediği bir grev için fabrika kapılarında bekliyor.
Namus cinayetinde öldürülmüş Güldünya’nın ayakkabıları... Ölümden kaçarken giydiği ayakkabıları şimdi başka ve küçük kızlar ölüme yakalanmamak için giyiyor.
Kenelerin ısırdığı çocukların kırda bırakıp öldükleri ayakkabılar... Kır çiçekleri hücum ediyor onlara.
Terlikler ve çocukları
Dört yıl oldu, hatırlıyor musunuz? 12 yaşında, yakından ateş edilerek öldürülen Uğur Kaymaz’ın terlikleri vardı ayağında. O her şeyi anlatan, her şeyi görmüş olan ve kimsenin duymak istemediği terlikler...
Fotoğrafı aklınızda mı? 1977 1 Mayıs’ında Taksim’de öldürülen ve öldürülmekten kaçan insanların sokakta bıraktıkları ayakkabılar. 2008 1 Mayıs’ında püskürtülen kırmızı boyadan kıpkırmızı olmuş ayakkabılar. Şehrin neresine gitse kırmızı lekeden tanınacak, tanındığı anda mıhlanacak ayakkabılar, yoksulların ayakkabıları...
Eski bir hikâyede değil, hâlâ koltuk altına alınıp okula kadar öyle taşınan köy öğrencilerinin ayakkabıları. O ayakkabılardan görünen et ve başörtülerinden hiç görenmeyen saç... Saç yerine etten bahsetmekten korkan ‘tabansız’ ülkem.
Pabuçların hatıraları
Bir Ayakkabı Müzesi kurulmalı bu ülkede. Herkesi ve her şeyi ayakkabılar anlatmalı. Beyoğlu’nda plastik terlikle gezen fahişe erkek çocukları ve onları satan sivri burunlu ayakkabılı babaları...
Öldürülmüş gençlerin ayakkabıları... Hrant’ın altı delik ayakkabısı... Uğur Kaymaz’ın terlikleri, toplu mezarlardan çıkarılan faili meçhullerin çürük ayakkabıları, ölmek istemedikleri bir savaşta ölmüş askerlerin kanlı postalları...
Bir Ayakkabı Müzesi kurulmalı bu ülkede ve pabuçlar sahiplerinin başlarına geleni anlatmalı. Yamru yumru, kanlı, delik, eprimiş, yırtık, korkmuş, kaçmış, yakalanmış, dvrilmiş, bağırmış, duyulmamış, gömülmüş, vurulmuş, unutulmamış, unutulmuş bütün ayakkabılar için bir müze kurulmalı.