Şansal Büyüka

Şansal Büyüka

sansal.buyuka@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Maçı stadyumda değil, havalimanında kaybettik. Sanki oyun 2-0 olana kadar maçın oynandığı Langardalsvöller Stadı’nda değil, Keflivik Havalimanı’ndaydık. Havalimanı olaylarıyla uğraşırken maça geç kaldık. Resmen İzlanda’nın tuzağına düştük.
Adamlar terbiyesizlik yaptı, küstahlık yaptı, her türlü çirkefliği yaptı ve öfkemizi aklımızın önüne geçirdiler. Bu İzlanda bize gelmeyecek mi, bizim havalimanlarından Türkiye’ye giriş yapmayacak mı? Sen de misillemenin kralını yaparsın olur biter.
Biz öfke seline kapıldık, işi neredeyse iki ülke arasında diplomatik krize kadar götürdük. Sonuçta ne motivasyonumuz kaldı, ne de maça dair dikkatimiz...
Bir balıkçı ülkesinde “sazan” gibi oltaya takıldık. Dört gün önce Dünya Şampiyonu’nu, dünyaya ders vererek yenen, yenerken de futbolun doğrularında % 100’ü isabet sağlayan Türk Milli Takımı, dört gün sonra İzlanda karşısında nasıl olur da maça futbolun % 100 yanlışları ile başlar? Maç 2-0 olduğunda, o tabela 5-0 da yazabilirdi. O kadar yanlıştık, o kadar kötüydük.
Dünyanın en pahalı, en iyi forvet adamlarına top göstermeyen, tek şut attırmayan, tek pozisyon vermeyen bu savunma, ne oldu da sadece ilk yarının 30. dakikasına kadar rakibe tam 5 net gol pozisyonu verdi? Ne oldu Juventus’un hayranlıkla izlediği Merih ile Kaan Ayhan’a? Ne oldu önüne geleni yakıp yıkıp geçen Zeki Çelik’e? Ne oldu Mbappe’ye adım attırmayan Hasan Ali Kaldırım’a?
Zaten takımda Mahmut ile Cengiz’i görmeyince “eyvah” dedik. Yerlerine oynayan Ozan Tufan “serseri mayın” gibi... Nerede patlayacağı belli değil...
Hakan Çalhanoğlu’nun İtalya performansının daha yarısını Türk Milli Takımı’nda görmedik.
Dört gün önce Real Madridli ve Barcelonalı iki dünya markası stoperin arasında ele- avuca sığmayan Burak Yılmaz, nasıl oldu da bu kadar kötü oynadı, nasıl oldu da maç içinde kendi yanlışlarıyla bu kadar yarıştı?
Çünkü kaleci Mert dışında kimse maçta değildi, hatta statta değildi. Herkes henüz Keflivik Havaalanı’ndaydı. Halen akıl değil, öfke hakimdi.
Oyun 2-0 olunca bizim oyuncular maçta olduklarını hatırladılar. Geç de olsa akılları başlarına geldi. Nitekim 2-0’dan sonra bir başka oyunu benimsedik, hücum etmek aklımıza geldi. İki farklı yenik duruma düşene kadar, bizim ligin ikinci yarısındaki Başakşehir takımı gibi oynadık. Sağa verdik, sola verdik, bir daha sağa, bir daha sola... Hücum yok, hızlı çıkış yok, çabukluk yok, doğal olarak pozisyon yok...
İkinci yarıya daha iyi başladık. Zaten o ilk yarım saatteki “berbat” futbolu istesek de oynayamazdık. Rakibi kalemize daha az getirdik, daha fazla gitmeye çalıştık. Yusuf’u, Abdülkadir’i oyuna aldık ama takım olarak dört gün önceki oyunun çok ama çok gerisinde kaldık. Bu yarıdan aklımızda Yusuf’un kornerle kesilen müthiş şutu ile etkili oyunu ve Merih’in çok yakından kaçırdığı pozisyon kaldı. Elbette son dakikadaki Hakan Çalhanoğlu kafası...
Bu tatsız yenilgi için çok şey sıralanabilir... Benim için öne çıkan çok önemli iki şey var. Birincisi, elbette abartmak hakkımızdı ama Fransa galibiyeti ayağımızı yerden kesti. O galibiyeti yaşamaktan, bu maçın havasına giremedik. İkincisi, Dünya Şampiyonu’nu yenen takım, bu takımı da yenerdi. Ama İzlanda’nın tuzağına düştük. Aklımızı havaalanında bıraktık, İzlanda’ya ayak bastığımız dakikadan itibaren öfke ektik, maç sonu pişmanlık biçtik. Ölçüsüz öfkenin önce bizi zehirleyeceğini düşünemedik. Oysa hangi şartlar altında olursa olsun sahanın içinde kalmalıydık. Oynarsan, aklını kullanırsan Dünya Şampiyonu’nu yeniyorsun, oynamazsan, aklını kullanamazsan sıradan takıma yeniliyorsun. Başımıza gelen budur. Bu da bize ders olsun...