01.03.2009 - 01:00 | Son Güncellenme:
FİLİZ AYGÜNDÜZ filiz.aygunduz@milliyet.com.tr
Kapak çekimi yapacağız Elif Şafak’la. Gri bir elbise giyeceğini söylüyor. Evini taşıdığı için her şey kolilerde; bulabildiği tek elbise bu ve benim getireceğim herhangi bir elbiseyi giymeyi de reddediyor. Soluk soluk kapak resimleri geçiyor gözümün önünden; mutsuzluktan öleceğim. Ne kadar dükkan varsa giriyorum Beyoğlu’nda; onun tarzına yakın bir şey bulursam... Sonunda fazla düz, sade ama şık bir elbise beğeniyorum; griden iyidir. Burun kıvırarak denemeyi kabul ediyor, bak söz vermiyorum diyor. Ama işte şans, seveceği tutuyor.
Muammer Karaca Tiyatrosu’ndayız. Elif Şafak sahnede. Önce bir neyzen geliyor; ardından Galata Mevlevihanesi’nin semazenleri... Arkasında semazenler dönerken, ney muhtemelen ayrılıktan dem vururken... Gözleri kan çanağı... Kirpikleri ıslak; ağladı ağlayacak. Ama öyle mutsuz filan değil. Başka bir şey. Konuşurken sesi titriyor mesela. Heyecan, huzur. Sonra fark ediyorum; aşk hali bu. Dünyevi, ilahi; karışık. Ama aşk. O ruh halinde olmak, onun yaşadığını yaşamak gerekmiyor; siz kapaktı, elbiseydi filan diye düşünseniz de, görünen köy kılavuz istemiyor.
Romanlarınızda tasavvuf damarı hep vardı ama bu kez görünen o ki akacak kan damarda durmamış. Ne oldu?
Tasavvufa ilgim bundan 14 sene önce başladı. Ve dediğin gibi bütün romanlarımda ince bir damar olarak vardı. Ama bu romanı yazarken esas damar oldu. Kendi içinde de mevsimlerden geçiyorsun; bu defa da böyle bir mevsime geldim. Başlangıçta tasavvuf daha aklen, entelektüel olarak yaklaştığım bir şeydi; daha sonra kalben yaşamaya başladım. Bu şekilde yaşayınca da yazmak istedim. Önceleri kendi kendime tuttuğum bir sır gibiydi tasavvuf, okura da hissettirdiğim; şimdi ise sırrımı açtım.
Sır açmak için okur güvenilir midir?
Okurla beraber yaratıyoruz aslında mânâyı. Her okur o yüzden, kitaptan farklı şeyler anlıyor. Ben okur dendiği zaman aktif olarak yazma, yaratma sürecine dahil olan birini anlıyorum. O anlamda okur sırdaşımdır zaten.
Ne kadar sürdü bu kitabın yazılması?
Fikir olarak uzun zamandır vardı aslında. Ama yazma süreci “Siyah Süt”ten sonra başladı.
Nasıl bir süreçti bu? Kolay? Zor? Orta?
Benim bir sarkacım var ve yazma moduna girdiğim zaman normallikten çıkıyorum, başka bir yaratığa dönüyorum.
O başka bir yaratık nasıl biri?
Gündüz uyuyup gece sabaha kadar yazan, üstüne başına dikkat etmeyen, banyo yapmayı, yemeyi içmeyi unutan biri...
Öte yandan, iki çocuklu bir hayatı organize etmek de kolay değil. Hele bir de 415 sayfa roman yazmak. Nasıl üstesinden geldiniz?
Uyku düzenin değişiyor, sağlığın bozuluyor, çok yıpranıyorsun. Bir de şunu fark ettim, telaş etmediğinde, paniklemediğinde daha hızlı gidiyorsun. Bir gün az uyuyup, bir gün çok uyuyarak ama acele etmeden... Herkes uyuduğunda sevgilinle buluşmaya gider gibi yazıya gitmek. Seviyorum da ben bunu.
Çocuklarla bir gün nasıl geçiyor?
Birbirinin aynı iki günüm hiç olmuyor. Ama 6 civarında Emir Zahir’le birlikte uyanıyorum. 7 aylık şimdi. O daha geç kalkarsa ben de öyle. Şehrazat Zelda 2.5 yaşında. Birlikte oyun oynuyoruz. Onları güldürüyorum, soytarılıklar yapıyorum, kafama saçma sapan şapkalar geçiriyorum. Bir de hikayeler anlatıyorum çocuklarıma. Şimdi Şehrazat da kendi uydurduğu hikayeleri bana anlatmaya başladı. Bu çok hoşuma gidiyor. Galiba en temel iletişimimiz de hikayeler üzerinden.
Hikayeler anlatmasının sebebi biraz da dikkatinizi çekmek için olabilir mi?
Olabilir. Fakat ben “Aşk”ı yazarken şöyle bir şey yaptık. Şehrazat’a oyuncak bir laptop aldık. Laptoplarımızı önümüze koyup birlikte yazdık. Böyle bir denge kurduk. Şimdi Emir’e de alacağız bir tane...
Çocuklarınızla ilişkiniz nasıl?
O tam bir öğrencilik hali. Sürekli bir şeyler öğreniyorsunuz. Çocuklarım beni daha huzurlu, daha yumuşak bir insan yaptı.
Hangisi anneye hangisi babaya benziyor? Karakter açısından?
Zannediyorum Emir daha çok bana benziyor. En azından ben de çocukken öyleymişim. Sessiz sakin, gözlemci. Şehrazat babası gibi, sükunet içinde ama daha dışa dönük, aktif...
“Aldatılmaktan çok başkasına aşık olmasından korkarım!”
Şaşırtıyorlar mı sizi bazen?
Çok hem de. Mesela sen kendi kendine kararlar alıyorsun. Tipik kız çocuk erkek çocuk ayrımlarına uyarak büyütmeyeceğim ben onları demiştim. Kızlara pembe, erkeklere mavi durumu olmayacak. Oysa şimdi Şehrazat’ın her şeyi pembe, çatalına kadar, uyuz oluyorum ama yapacak bir şey yok, en sevdiği renk bu. O yüzden de kitabımın kapağının pembe olmasını istedim, çünkü benim pembe
renkle barışmam lazım. Tanrı’nın ciddi bir mizah anlayışı var ve benle dalga geçtiğini düşünüyorum.
Evlilik kaç yıl oldu?
Dört yıl... Ama tanışıklığımız daha eski tabii...
Romanda Ella’nın evliliğini anlatırken “20 sene ve 3 çocuktan sonra evliliklerinin parıltısı sönmüştü” diyorsunuz. Bu tip cümleleri yazarken, kendiniz için benzer endişeler duyuyor musunuz?
Tabii ki... Aşk söner mi, parıltısı gider mi, giderse ne olur. Bir yanıyla da sağlıklı bu tip endişeler yaşamak. Çünkü öbür türlü bunu sana verilmiş bir anahtarlık gibi alıp, cebine atarak yola devam ederim sanıyorsun. Oysa bir insanın sevgisinden ne kadar emin olsak da, bunun azalabileceğini bir ön kabul olarak kafamızın bir köşesine koymalıyız.
Aldatılmaktan korktuğunuz da oluyor mu zaman zaman?
Aldatılmak değil de, bir başka kadına aşık olmasından korkarım.
Ne yapıyorsunuz aşkı canlı tutmak için?
Yazarken hakikaten kendimi çok bırakıyorum. Son derece pespaye, homur homur, çekilmez bir kadın oluyorum. Yazarkenki çekilmezliğimin ve fiziksel koyvermişliğimin birikip birikip onu uzaklaştırmasından endişeleniyorum. Ama neyse ki, Eyüp (Can) sonunda ortaya çıkan kitaba aşık oluyor ve bizim aşkımız da tazeleniyor böylelikle.
Sadece cilt cilt kitaplar vererek mi?
Yok canım, roman bitince süsleniyorum da...