29.04.2018 - 01:30 | Son Güncellenme:
CEYDA ULUKAYA
Yazar Melike İlgün son romanı “Paramparça”da, okuyucuyu iç içe geçmiş üç hikayeyle Türkiye’nin üç farklı dönemine yolculuğa çıkarıyor. Hikayelerden biri ise İlgün’ün deyişiyle Nazım Hikmet’e o şiirleri yazdıran kadınların gözüyle bakıyor, kadınların susmuşluklarına ses oluyor. “Fikriye ile Latife”nin, “Enver Paşa’nın Sultanı”nın, “Bir Başvekil Sevdim”in yazarı İlgün’le son kitabını konuştuk.
- Sizi, tarihi erkek karakterlerin yaşamındaki kadın karakterlere hayat verdiğiniz romanlarla tanıyoruz. Son romanınızda ise Nazım Hikmet’in eşlerinden Piraye ve Münevver’e kulak veriyoruz değil mi?
Piraye’ye, Münevver’e hatta biraz da Nâzım’ın oğlu Memet’e kulak veriyoruz. Ama “Paramparça” sadece onların hikayesini anlatmıyor. Bu kez farklı bir yola girdim. İç içe geçmiş kurgularla, sonunda Nâzım’ın bir şiiriyle birbirine bağlanarak üç farklı dönemden üç farklı hikaye anlatıyorum.
- Önde günümüz Türkiyesinde yaşayan bir çift; Sinan ve Zeynep’in hikayesini, arkada 12 Eylül öncesi üniversite öğrencisi bir grubun hikayesini, en arkada ise Nazım ile Piraye’yi, sonra Münevver’i okuyoruz. Aynı zamanda bu üç dönemin siyasi havasını da soluyoruz. Bir tür roman içinde roman diyebilir miyiz?
Ne güzel dediniz. Roman içinde roman, hikaye içinde hikaye. “Paramparça”nın içinde üç dönem, üç farklı hikaye var. Üç hikaye, sonunda tam da “Burası Türkiye” dedirten acı bir şekilde birbirine bağlanıyor. “Paramparça” adı boşa değil yani. Çok ah etmiş, ah’ı yerde kalmış insanların dağılmış hayatlarının, iç içe geçmiş hikayesi var “Paramparça”da.
“Kadınların gözünden bakmak için”
- Romandaki karakterlerden Zeynep, yayına hazırladığı kitapla ilgili “Nâzım hakkında yazılmadık ne kaldı ki” diye isyan ediyor. Bu anlamda “Paramparça” nasıl bir boşluğu dolduruyor size göre?
Doğru, Nâzım hakkında yazılmadık pek bir şey kalmadı. Ama Nâzım’a o şiirleri yazdıran kadınlar hakkında, hele de oğlunun annesi Münevver Hanım hakkında hâlâ söylenmedik çok şey var. Hem bu kitapta Nâzım’ın hayatını da yazmadım zaten. Dediğim gibi üç farklı hikaye var. Nâzım’la ilgili ise okurun vicdanını biraz yoklamak istedim. O kadına bu şiiri yazan Nâzım, üç gün sonra başka bir kadına da bu şiiri yazdı diye hatırlatmak istedim. Biraz da hakkında şiir yazdığı kadınların gözünden bakmak istedim Nâzım’a.
- Önceki kitaplarınızda da Latife ve Fikriye Hanım’a, Naciye Sultan’a ve Ayhan Aydan’a yer vermiştiniz. Piraye ve Münevver’le de birlikte düşününce, özellikle bu kadınları anlatmak istemenizin altında nasıl bir istek var?
Ben öyle kendini ortalara atan insanları pek sevmiyorum galiba. Bu kadınların ortak yönü de yaşadıkları onca acıya, hasrete, sürgüne, terkedilmişliğe rağmen vakarlarını hep korumaları. Ne yaşamışlarsa hep kendi içlerinde yaşamışlar. Aşkı da hüsranı da zarafetle yaşamışlar. Saçılıp dökülmemişler ortalıklara... Onları da, onların susmuşluklarına ses olmayı da seviyorum.
- “O susmuşluklara ses olmak” bir anlamda o kadınları da güçlendirmeye mi hizmet ediyor?
Ben kız kardeşliğe çok inanıyorum. Ne fena değil mi, bizim dilimizde “Kadın kadının kurdudur” diye bir laf var. Acı ama doğru da. Hele iş hayatında durum çok fena. Oysa kadın kadının yurdu olmalı diyorum ben. Dünyanın en ağır işinde çalışsa bile bir yandan da akşama ne pişirsem diye düşünen biziz. Küçüklüğünden beri hep kendini kollamak, hep kontrollü olmak zorunda hisseden biziz. Hâlâ ötekiyiz. O yüzden ancak biz birbirimizi gerçekten anlayabiliriz. Bu nedenle birbirimize omuz vermeli, birbirimize yurt olmalıyız. Kız kardeşlik derken tam da bunu kastediyorum. Sorunuz bu yüzden beni düşündürdü, evet, belki de bilmeden yaptığım budur. O susmuş, susmak zorunda kalmış şahane kadınlara ses vererek kız kardeşlik ediyorum galiba. Onların arayamadığı haklarını arıyorum, soramadığı hesaplarını soruyorum.
“Dedektif gibi araştırıyorum”
- Kitaplarınızda hem arka planda Türkiye’de belli dönemlerin siyasi bakımdan nasıl bir seyir izlediğini aktarıyorsunuz hem de edebi bir eser ortaya koyuyorsunuz. Bir tür araştırmacı romancılık diyebilir miyiz buna? Nasıl bir hazırlık süreciniz oluyor?
Bilmem diyebilir miyiz, deseler ne hissederim, hoşuma gider galiba. Ama evet, ciddi bir araştırma var romanlarımda. Yazdığım olay hangi yılda geçiyorsa o yılın başbakanını, moda şarkısını, en çok izlenen filmini, gözde mekanlarını, argosunu, muhalefetteki partinin yüzde kaç oy aldığını bile araştırırım ben. Bunları bilirsem yazdığım dönemi içselleştirebilirim çünkü. İçine girerim yazdığımın, ben ne kadar girersem okuyan da o kadar girebilir hikayeye. Sorunuza gelince... Her bulduğumu iştahla okuduğum, günlerce kütüphanelere kapandığım, benim için çok eğlenceli, çok tatmin olduğum bir süreç araştırma süreci. Dedektiflik gibi, geçmişin koridorlarında iz sürmek, parçaları bağlamak...