01.09.2019 - 07:50 | Son Güncellenme:
BUKET AYDIN
Alev Alatlı ile çok uzun zamandır tanışmak istiyordum. Bir türlü kısmet olmamıştı. İlk iki cildi yayımlanan “Nasihatname” için bir araya geldik. Onu anlatmaya kalksam bu sayfa bana yetmez. O yüzden sadece şunu söyleyeyim ve direkt sohbete geçelim. Alev Alatlı çok kıymetli. Değerini bilelim. Bu kitapları da gençlere mutlaka okutalım.
-“Nasihatname”leriniz için özetle “Ömrümü ömrünüze katarak, 21. yüzyıldaki yolculuğunuzda size belirli bir avans sağlama gayreti” diyorsunuz. “Nasihatname”leri okumak bize 21. yüzyıldaki yolculuğumuzda ne sağlayacak? Bu avans neyin avansı?
Hakim küresel söylemden kurtulmanın avansı. Hakim küresel söylem deterministtir. Kendi doğrularını mutlak verilermişçesine dayatır. Ne bize ne de dünyanın geri kalanına değişim şansı tanır. Ben mazlum uluslara dayatılan düşünce kalıplarının kırılması için “zihin detoksu” öneriyorum. Bugüne kadar patlıcanla besleniyorduk, bir de börülceyi deneyelim der gibi. “Zihin detoksu” tanımının Süleyman Seyfi Öğün hocaya ait olduğunu da söyleyeyim.
-Bize dayatılan kalıpların dışında bir bakış açısı mı sağlamak amacınız?
Birden fazla bakış açısı sağlamak. Çünkü dünyada tek bir gerçek yoktur. Ne kadar çok kısmi gerçeğe hâkimseniz bütünün ne olduğuna dair o kadar iyi bir fikir edinebilir, algı geliştirebilirsiniz. Zihin detoksu böyle bir şey, hâkim küresel ideolojinin sultasını sorgulamaya yarayacağını umarım.
“Muhteşem ilerlemenin üstü el birliğiyle örtülüyor”
-“Nasihatname”leri kızınız Funda’ya yazdınız. Ön sözünde kendisinden şefkatle bahsediyorsunuz. Yazım diliniz çok yumuşak ve hakikaten nasihat eder gibi.
Geleneksel nasihatnameler malûm hep “Ey oğul” diye gider. Benim kızım var ama. Sevginin ötesinde beğendiğim, başka şartlar altında tanışsaydık arkadaşım olmasını isteyeceğim bir kızım var. İnsan çocuğunu ölümüne seviyor ama beğenmek başka bir şey be yavrum. Allah sizlere de nasip etsin. Kızımda sizleri gördüğümü, gördüğümü beğendiğimi de söylemeliyim. Daha geçen gün, bir Türk kızı, sen al başını, tek başına çık o Tanrı dağlarının zirvesine. Bir başına yapıyor bunu. (7 bin 10 metredeki Tanrı Dağı’na-Khan Tengri tek başına tırmanarak dünyada bir ilki gerçekleştiren Türk kadın dağcı Semra Keskin) Aslına bakarsanız Türkiye toplumunda kadının olağanüstü itici gücünün hakkının verilmediği kanısındayım. Nereden nereye geldiğinin farkında değil gibiyiz. Ya da kimsenin işine gelmiyor, muhteşem ilerlemenin üstü el birliğiyle örtülüyor.
-Bir taraftan da çok ezilen ve şiddete uğrayan ve hatta ne yazık ki cinayete kurban giden çok kadın var.
Çok! Büyük ihtimalle medyaya yansıyandan da çok daha çok! Elezer derler, sadist. Var olmak için güçsüzü ezen. Yaparak dahil olamadığı sürece, yıkarak dahil olmaya kalkan sadist. O masum kızcağızlara reva görülen şiddetin işaretlerini, bacakları kesilip çöpe atılmış köpeciklerde de, gözleri oyulup bırakılmış yavru kedilerde de gördüğümde içim sızlıyor, kahroluyorum. Bu dehşet beni sadizmin toplumsal bir salgın olup olmadığı hususunda ayrıca düşündürüyor. Sadizm bu toplumda yeni bir gelişme midir, yoksa hep mi vardı? Yaygındı da, görünür mü değildi? Yoksa ağzımızın tadı kaçmasın diye yok mu sayıyorduk? Töre cinayetlerini, gayrimeşru bebeğini helâ deliğine atan gencecik anneleri hatırladığımda pek de yeni bir olgu olmayabilir diye düşünüyorum doğrusu. Gelin görün, ateş düştüğü yeri yakıyor.
-Öldürülen kadınlar peki?
Ben de onu söylüyorum ama ağıt yakmak yetmiyor. Kadın olarak sadizmdeki payımızı sorgulamadan da edemiyorum. Çünkü bir yandan da bu toplumun çayda, fındıkta, fabrikada, burçak tarlasında, ev işlerinde ailesini, camiasını ayakta tutan, yediren içiren besleyen fevkalâde güçlü kadınları var. Bu kadınları, oğullarını, kocalarını, damatlarını ya da her kimse dövmekten, vurmaktan, öldürmekten vazgeçirmekten alıkoyan nedir? Tankın önüne dikilebilecek kadar yürekli kadınların neden burada da etten duvar öremediklerini merak ediyorum. Neden mesela töre cinayetlerinde kızlarına siper olan, erkek çocuklarını ya da akrabalarını kınayan, cezalandıran kadınlar görmeyiz? Toplumun dikişlerini patlattığı da diğer bir gerçek. Baş döndürücü bir hızla değişen değer yargılarını sindirmek çok zor. Üreterek katılamadığın hayata tüketerek katılmak diye bir şey de vardır. İnsanlar parçası olamadıkları yaşamlara düşman olurlar.
“Bizim Türk olmaktan başka çaremiz yoktur”
-O yüzden mi can alıyorlar yani?
Bilmem ki! Elimde veri yok. Bildiğim, kadın-erkek ilişkisinin temelinin anne – oğul ilişkisi olduğudur. Sonra baba-kız ilişkisi gündeme gelir. Psikiyatristler, sosyologlar, psikologlar, eğitimciler baş başa verip, derinden incelenmelidirler. Oturup işkembe-i kübradan atmayalım güzel kızım. Belki de biz anneler oğullarımıza erkekliğin bir şiddet ayininden ibaret olmadığını öğretemiyoruz. Yeri gelmişken, “Erkeklik bir şiddet ayinidir” sözü Amerika devlet başkanlarından Theodore Roosevelt’e aittir. Üçüncü nasihatnamenin adı, her neyse, saygın bir erkek olmak için şedit olmak gerekmediğini öğretebiliyor muyuz gerçekten? Polisiye tedbirlerin çözebileceği bir psikopati değildir. “Vay hükümet, ay içişleri bakanlığı” demek gaz alır belki ama boş lâftır. Mamafih, elektronik kelepçe önerisinin belli ölçüde işe yarayacağını düşünürüm.
-Ne yapmak gerek peki?
Her şeyden önce araştırmak meselenin kök nedenlerine inmek gerekir. Ama bunu tercüme psikiyatriyle yapmayacağız, tercüme sosyolojiyle de yapmayacağız. Türkiye gerçeklerinden, sahici verilerden yola çıkarak gerçekleştireceğiz. “Biz kimiz, neyiz, niye böyleyiz?” Her alanda olduğu gibi, bu alanda da kendi verilerimizi toplamamız lazım. Bakın, bizim Türk olmaktan başka çaremiz yoktur. Aklımızı başımıza toplayıp, iyisiyle kötüsüyle bize ait olan ne varsa görmek, başkalarına benzemek zorunda olmadığımızı idrak etmek zorundayız. Ultra feminist söylemlerle erkek cinsini topyekûn yerin dibine batırmanın tersyüz edilmiş ırkçılık olduğunu görmemiz gerekir. Ne menem bir manyaklık yaşadığımızı anlayabilmemiz için kaldırıp altına bakmadığımız taş kalmamalı.
-Toplumsal yozlaşmanın önüne nasıl geçeriz peki?
Meselâ kendi “erkek rol modeli”mizi saptayarak başlayabiliriz. Benim bilebildiğim kadarıyla bizim idealize ettiğimiz “erkek rol modeli” şiddete övgü yağdırmaz. Theodor Roosevelt gibi, “Erkeklik eşittir şiddet” diyen yoktur. Ne Orhun anıtlarında, ne de İslâm’da kadına zulm doğal karşılanmaz, kabul görmez. Şeyh Edebali’nin vasiyetini hatırlayın. İstisnalar her zaman vardır ama öykünülecek modeller olarak ululanmazlar. Şimdi bu erkek figürü kan kusar “kızılcık şerbetidir” der ama aşık olup yerlere yapışmaz, gözü dönmez, sokak ortasında kadın dövmez, çocuklarının gözü önünde kesmez. Erkek hayırhah ve babacan bir figürdür, iyiliğe yönelik olur.
“Buhranı ithal ediyoruz”
-Bireysel anlamda maneviyat arayışları için ne diyorsunuz? “İyi düşün, iyi hisset” gibi. İnsanlar kendi küçük spiritüel alanlarını mı kurdular? Siz bunun da kökenini pek masum bulmuyorsunuz anladığım kadarıyla.
Masum mudur, değil midir bilmem ama arayışın bize Batıdan sirayet ettiğini biliyorum. Bu bağlamda “Batılılaşma”nın yeni bir göstergesidir de diyebilirsiniz. Batı insanının ideolojilerden de dinlerden de sıtkı sıyrıldığı bir dönemden geçiyoruz, yavrum. Batı toplumları sorunlarının cevabını örgütlü dinlerde bulamadıkları gibi, insan yapımı ideolojilerde de bulamıyorlar. Papazların vaazları işlerine yaramıyor, psikologlara dönüyorlar, orada da Freud’la olmuyor. Türkiye’de farkında değiliz ama İkinci Dünya Harbi’nden neredeyse Berlin Duvarı’nın yıkılışına kadar geçen döneme “Anxiety Age” (tedirginlik çağı) derler. Nedeni insan aklına duyulan güvenin Birinci Dünya Savaşı’nda 37 milyon, İkinci Dünya Savaşı’nda 70 ila 85 milyon arasında insanın ölümüyle sonuçlanan felaketlerle yıkılmasıdır. Aradaki savaşlar cabası, nükleer silahlanma cabası. Bu nasıl bir akıldır ki, döner akrep gibi kendisini sokar. Bunların üzerine bir de açlık, tehcir, sığınmacılar gibi felaketleri koyun. Yetmez, bu gezegen ki ilk ve son ocağıdır insanoğlunun, taşlaşıyor. Bütün bunları koyduğunuzda, insan aklından gerçekten de bir hayır gelmiyor gibi görünüyor. Şimdi ben size soruyorum: Ne yapacaktı insanlar kendi manevi alanlarını oluşturmaktan başka? Onlar başlattı, biz buhranı ithal ediyoruz. Her zaman yaptığımız gibi.
-Bu bir tehlike mi peki sizce gençler için?
Şu anlamda bir tehlike; bu eğilim İbrahim’i dinlerin, Yahudilik, Hristiyanlık, Müslümanlık gibi tek tanrılı dinlerin de gerisine düşüştür. Hoş geldin, paganizm. Nitekim “Neo Pagan” dedikleri de budur. Aldı başını gidiyor. Sadece Kuzey Avrupa’da İskandinavya’da 1990’larda 8 milyon pagan vardı. ASATRU derler, merkez İzlanda’dır. İzlanda onun için AB ölçülerinde bile tuhaf bir ülkedir. “Odin varken bedevi İsa Mesih de kim oluyor?” mealinde söylemleri ve resmi bildirileri vardır. Her neyse. Bu bakış farklı formlarda dalga dalga yayılıyor. Bir bakmışsınız Nişantaşı’nda bir kızcağız akik kokluyor, reiki yapıyor falan.
-Siz gençlere “Ezber bozmaktan yüksünmeyin. Ne vazgeçin ne de teslim olun internete” diye sesleniyorsunuz. İnternet neleri götürüyor gençlikten ve neleri getiriyor onlara?
Gelin şöyle söyleyeyim Freud’un bir sözüdür bu: “Tabanca alt tarafı madeni bir eşyadır. Suçlu tabanca değil onu kullanan eldir”. Diyeceğim, internetin içinde her türlü bilgi var. Mesela internet olmasa ben bu kitapları yazamazdım çünkü karşılaştırmalı yazıyorum, aklıma takılan bir tarih doğru mu değil mi diye anında bakabiliyorum. Hiçbir kütüphane bana bu kadar hızlı kontrol etme imkânı veremezdi. Mesele insanın davası olması. Davanız varsa internet paha biçilmez bir kaynaktır. Gelin görün bizim genel olarak dosyalarımız vardır ama o dosyaların hizmet ettiği davamız sarih değildir. Niye dosya biriktirir ki insan? Örneğin, YÖK’te her üniversite bir dosyadır. Peki, dava yekpare midir? Hayır. Gençlerin davası olmadığını da söyleyebilirsiniz. Çocuklarımıza dünyayı doğru öğretmedik biz.
-Annelerinin babalarının davaları bir sonuca ulaşmadığı için olabilir mi?
Çok iyi bir soru. Büyük ihtimalle öyle. Aslında Türkiye’nin bir şanssızlığı da rol modellerinin kaybolması oldu yavrum. Sovyetler Birliği hala bir mitken, sosyalist olsaydık bizim de bir Sputnik’imiz (Sovyetler Birliği’nin uzaya gönderdiği ilk uydu) olabilirdi, evlere kira vermezdik, eşitlik olurdu şeklinde idealize ettiğimiz modelimiz vardı. Ve Batıyı bilen, Türkiye’deki iyi üniversitelerden gelen yurtsever insanlar, yurtsever diye altını çizerek söylüyorum, sosyalizmin aranan kan olduğunu düşünüyorlardı. Kendim dahilim buna, sosyalizmin kapitalizmden daha adil bir sistem olduğunu her zaman düşünmüşümdür. Peki, Türklerden komünist çıktı mı? Hayır? Neden? Ateizmi içimize sindiremedik. Bana sorarsanız sosyalizm tanrı inancını dışlamayacak şekilde pekâlâ da revize edilebilirdi ama olmadı. Her neyse. Şimdi başımıza gelene bakın: Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Sovyetler Birliği miti öldü. Liberalizmi savunanlar 1989 Thatcher-Reagan ittifakı ile sarsıldı. Gelinen noktada kapitalizmi savunamaz oldular, çünkü o da ortadan kalktı. Nasıl diyorsanız, kapitalizmin olmazsa olmazı üretim özgürlüğü ve serbest piyasadır. Kapitalizmin ne üretime ne de pazara ulaşmaya elvermediği ortaya çıktı. Anlayacağınız, buradan da dayak yedik. Bazılarımız yüzünü İslam’a döndürdü. Hadi buyurun amansız diktatörler, Suudiler, buyurun Boka Haram, buyurun DEAŞ. Bir bütün olarak baktığınızda bunlar kolay üstesinden gelinen travmalar değillerdir. Türk olmaktan başka çaremiz yoktur derken biraz da bunu söylüyorum.
-Türk olmanın içinde ne var?
Her şeyden önce çok uzun bir yaşanmışlık var, tecrübe var, gelenek var. Mitoloji var, İslam var, Anadolu İslam yorumu var. Ve fakat bir bütün olarak ne görebiliyoruz ne de öğretebiliyoruz. Neden mitoloji desem mesela doğrudan Zeus gelir aklınıza? Niye Türk mitolojisini biz hiç bilmeyiz. Niye Ülgen yoktur, Erlik yoktur. Oysa Asya-Türk mitolojisindeki dünya görüşü Müslüman olmamızı da kolaylaştırmıştır aslında. Örneğin, Türk mitolojisinde insanlar Tanrı’larla kavga etmezler yavrum. Oysa Yunan mitolojisi herkesin herkesin kuyusunu kazdığı bir cadı kazanıdır. Asya cenahında, Ülgen iner aşağıya balık tutmasını öğretir insanlara, hayırhahtır. Bizim böyle bir arka planımız vardır. İslamiyet’e bakın. Allah’ın 99 adı vardır, malûm. Niye Türk Müslümanları, Kahhar’ı, Cabbar’ı bilir ama kullanmazlar? Niye bizde Hak Teala Rahman’dır, Rahim’dir. Müntakim desem (intikam alan) neredeyse yadırgarsınız? Anadolu irfanı dedikleri oluşumun aslı buralardadır. Hayırhahı alır, şerrin üstünü örter ve bunu hep yapar. Kendi adıma Türklerin iyi insanlar olduklarını düşünür, nedenleri buralarda ararım. Ben ararım da yeter mi? Elbette, yetmez. Her alanda müzikte, edebiyatta, tarihte, dinde, inançta bilimsel araştırma yapmak lâzım. Suudi Arabistanlı bir Müslümanla aynı kazanda kaynayamıyorsak, hamasetten vazgeçip nedendir diye bakmak lazım. Sakın kimse “Batılılaştık” mazeretine sığınmasın. “Her şerde bir hayır vardır” deyişimizden tutun, olağanüstü tahammülümüz, sükûnetimiz, direncimiz, teslimiyetimiz nereden kaynaklanır?
-“Osmanlı dünya görüşü hakim olsa gezegen böyle olmazdı” diyorsunuz. Nasıl olurdu?
Düz bir projeksiyon yapın ve düşünün. Ne olurdu, ne olmazdı? Bir kere bu kadar ağır ve derin gelir dağılımı bozukluğu olmazdı, bu bir. Daha monoton, daha sakin, daha “slow” bir dünya olurdu, yaşamak için Seferihisar’a falan gitmek zorunda kalmazdık, bu iki. Enerji tüketimi düşer, gezegen asla taşlaşma tehlikesi altına girmezdi. İnsanlar daha mutlu olurlar mıydı? Zannederim çünkü rekabetten dolayı bu kadar hırpalanmazlardı. Sığınmacılar olmazdı, Aylan bebekler olmazdı ama bu kadar zengin olmazdık. İhtimaldir ki tıp bu kadar gelişmezdi. Olsun. Dünyadaki yaşam ortalamalarına baktığınızda son beş yüz yılda kayda değer bir gelişme de kaydedilmiş değildir. Değer miydi diye düşünmek lazım.
“Biz hangi noktada birbirimize sarılacağımızı biliriz”
-“Çocukların davası yok”tan yola çıkarak gençlerin bir davalarının olmasını nasıl sağlayacağız? Sadece para kazanmaya endeksli bir gençliğimiz oldu nerdeyse. Bunun nasıl önüne geçeriz?
Çok zor. Çünkü tüketim ekonomisi. Finans kapitalizm üretimle ilgilenmez, az sayıda bir yönetici grubu zengin etmekle ilgilenir. Panteist akımları teşvik eder, çünkü panteizmde yaratıcı insanoğlunun günahlarına ortak olur. Günah işlemekten, kul hakkı almaktan korkmaz olunur. Ahlaki değerler anlamsızlaşır. Panteizm finans kapitalizmin dinidir demeleri bundandır. Öte yandan, düzenin devamı için kitle üretimini eritebilecek standart tüketici şarttır. Örneğin hem Barbie bebek hem de tüketicisi şartlandırılır ki, ürün New Jersey’de de Kamçatka’da da Türkiye’de de satsın. Yeryüzünün en güzel bebeği olduğunu medya ile yayar. Ve hiçbir medya şirketi bağımsız olmayıp, bir yığışımın parçasıdır. Holding de değil. Kartel de değil. Yığışımdır. Fox’a bakın, Murdoch’a bakın. Ya da Standart&Poor’s gibi reyting şirketlerine bakın iki ortağından bir tanesi bir gazetedir New York Times, öteki de bir finansman şirketidir. Sen ben bizim oğlan oturur, reyting kararlaştır ve yayarlar. Deniz aşırı bir ülkede üreticiler de, tüketiciler de karalar bağlar. Olsun. Akademisyeni, politikacısı, finansçısı bir bütün olarak birlikte hareket ederler. Ve biz bu tabloyu görmeyiz bile.
-Görüyor olsak ne yapabiliriz ki?
Ne yapabileceğimizin ortaya çıkması her şeyden önce bilginin yayılması ile kaimdir. Büyük numaralar kanunu, bize doğru bilgiyi ne kadar çok yayarsak o kadar çok muhalefetin ve çarenin çıkacağını söyler. Kendi nişimizi bulma ihtimali katlanarak artar. Olası hasarı da asgariye indirmek imkânı doğar. Kaldı ki, bu menfur düzeni daha ne kadar sürdürebilecekleri de bir soru işaretidir. Gelinen noktada ABD bir haydut devleti statüsündedir. Trump’ın şundan on beş yıl önce alacakaranlık bölgeler diye nitelendirdikleri Ortadoğu tiranlarından farkı kalmadı. Ne kadar gider? Sorunlarımızı düzgün tespit ve tedavi etmek yolunda yaratıcı olabilmek için bilgiyi yaymak lazım.
-“Unutmayın ki, düz akılla anlaşılmaz, pergele, cetvele gelmez kendine has bir kimliği vardır Türkiye’nin. Batmaz. Batarsa, okyanuslar taşar” diyorsunuz. Türkiye her zaman bir şekilde küllerinden yeniden doğuyor, ilginç bir tılsımı var, bu tılsım nedir?
Şu üçümüzü bu masa etrafında toplayan neyse, o bu tılsım odur. Biz hangi noktada birbirimize sarılacağımızı biliriz, yavrum. Sarılacağımızı ve bir cerrah titizliği ile nakledeceğimizi bilgilerimizi birbirimize.