Cemil Ertem

Cemil Ertem

dr.cemilertem@gmail.com

Tüm Yazıları

Günler, 15 Temmuz’un arkasındaki karanlığı görmemizi sağlayacak verileri, gelişmeleri önümüze getiriyor. Aslında 15 Temmuz öncesine bakıldığında da bu darbe girişimini de aşan, adeta Türkiye’yi parçalamaya dönük bir işgal harekâtının ipuçlarını yakalayabiliriz. Öncelikle bu işgal harekâtında kullanılan FETÖ’nün asker kanadıyla sınırlı olmayan, FETÖ’nün uyuyan “sivillerini” ve onların ikinci, üçüncü halkası olan kimi “liberal”- gizli anti-Erdoğancı çevrenin de bu darbe sürecinin ve sonrasının asıl aktörleri olduğunu da pekâlâ söyleyebiliriz.

Haberin Devamı

15 Temmuz’u takip eden günlerde, kimi ABD’li neoconların Türkiye’de olduğunu ve bu çevrelerle toplantılar yaptığını öğrendik. Şaibeli yollarla Türkiye’yi terk eden isimlere de baktığımızda bu işin “üst aklı” meselesinin artık bir komplo teorisi-tespiti olmadığını söyleyebiliriz.

Zaten bunu Türkiye devleti, hem darbe girişimi öncesi hem de darbe girişimi sonrası en üst seviyeden -Cumhurbaşkanı’nın bizzat kendisi- dillendirdi ve bu tespiti bir yerde resmi olarak yaptı. İşin şaşırtıcı yanı, bu girişimin üst aklına bağlı olarak politik duruşunu ve ideolojisini üreten bu kesimlerin, Türkiye’de “liberal” ve darbe karşıtı bir kimlikle aramızda yaşamış olmaları hatta uzunca bir dönem Erdoğan’ı, AK Parti’yi desteklemiş olmaları...

Yeni mandacılık

Zaten bu girişimin operasyonel örgütü FETÖ’nün de bu çevrelerle birlikte, politik pozisyonu da bu olmuştur. O zaman bu çıkarımın sonucu şudur: 15 Temmuz başarılı olsaydı Türkiye 12 Eylül’ü taklit eden bir süreci yaşamayacaktı. Bu süreç ,Türkiye’de, 1. Dünya Savaşı sonrası ortaya atılan mandacılığın, günümüz koşullarında yeni bir şekli olarak tezahür edecekti. Bilindiği gibi mandacılık 1. Dünya Savaşı sonrası ortaya atılan bir kavram. İlk defa 1919’da Paris Barış Konferansı’nda gündeme gelmiş ve hemen arkasından Milletler Cemiyeti Sözleşmesi’ne resmen girmiştir. Esasında manda yönetimi, geleneksel sömürgeciliği reddeden, ancak azgelişmiş ülkelerin kendi kendilerini yönetemeyecek olduğunu öne sürerek, “modern” dünyaya intibak sağlayacak düzeye gelene değin, Milletler Cemiyeti adına büyük (emperyalist) devletlere, azgelişmiş ülkeleri yönetme yetkisi veren bir ara sistem olarak gündeme getirildi.

Haberin Devamı

Ancak mandacılık, uygulama etkisi, süresi ve alanı dışında bir politik-ideolojik hatta kültürel bir duruş olarak hep var oldu. Yirminci yüzyılda, ulusal-siyasi bağımsızlığı kazanmak ancak şekilsel bir durumdu. Bütün Soğuk Savaş dönemi, ABD ve Sovyetler’in ekonomik ve siyasi olarak paylaştığı “bağımsız” ülkeler dönemi idi ve ABD bu ülkelerde darbe, vesayet yönetimlerini işbaşına getirirken, Sovyetler de kendisine doğrudan bağımlı otokrasiler inşa etti. Özellikle ABD, Latin Amerika’da, Ortadoğu’da ve Pasifik’te darbe ve vesayet yönetimlerini faşist diktalar olarak ayakta tuttu ve bunu da Gladio gibi yarı-resmi askeri-paramiliter yapılarla sağladı. Bugün görülüyor ki Gülen örgütlenmesi o dönemin en uzun dönemli, en etkin, en tehlikeli Gladio örgütlenmelerin-den birisiymiş. Gülen’in 12 Eylül ve öncesi ve sonrasındaki işlevine baktığımızda bunu görürüz ama başta 28 Şubat olmak üzere, bundan sonraki tüm süreçlerde de bu Gladio artığı örgütün yaptıkları onu ele verir. Gülen örgütlenmesinin ideolojik söylemleri, ABD’nin Soğuk Savaş sırasında geliştirdiği sözüm ona “liberal, özgürlükçü” argümanları tekrar eder. Dinler arası diyalog, ekonomide ultra liberalizm buna en somut örneklerdir. Ama artık bu argümanlar ABD için de biten “çağ dışı” bir ideolojinin artıklarıdır. Bu darbe girişiminin ve FETÖ’nün mutlak yenilgisi tabii buraya da bağlıdır.

Haberin Devamı

Kökler nerede?

Şimdi bizim burada üzerinde durmak istediğimiz husus şudur; FETÖ’nün operasyonel olarak kullanıldığı ve üst aklını neoconların ördüğü bu saldırının Türkiye’deki kökleri nerede? Eğer bunu tam bu günlerde tespit edemezsek, bu tür girişimlerle daha çok karşılaşırız. Şu günlerde ordunun darbe yapamayacak hale getirilmesi, askeri okulların kapatılması falan bunlar Türkiye için bir devrimdir. Ama postmodern mandacılık, yalnız darbeci askerlerin tasfiye edilmesiyle ortadan kalkacak bir olgu değildir.

Örneğin, postmodern mandacılık, ekonomi yönetiminde Türkiye gibi ülkelerin, kendine özgü bir ekonomi-politikası olmasına karşıdır. Bu anlayış, gelişmekte olan ülkelerin yalnız küresel sistemi takip etmesi gerektiğini, bunun için IMF’nin ya da derecelendirme kuruluşlarının reçetelerindeki reformları “yapısal” reform adıyla yapmasının yeterli olduğunu söyler. Merkez Bankası’ndan başlamak üzere, bütün ekonomi kurumları ve “bağımsız” düzenleyici-denetleyici kurumlarının, neoliberal ezberlerin dışında adım atması, bu anlayışa göre, bir felaketle eşdeğerdir.

Şimdi lütfen Türkiye’de 2008 tarihini milat kabul edelim ve Erdoğan’ın IMF ile ilişkiyi kesip, yeni bir yola Türkiye’yi sokmak istediği bu tarihten itibaren FETÖ yapısının medyasında ve ona “paralel” medyada yazıp çizen iktisatçıların yazdıklarına bakalım. Bunlar, bu postmodern mandacılığı savunmuş ve işlemişlerdir. Türkiye gibi ülkelerde esasında ekonomi yönetimi diye bir kavramın olamayacağını, ekonomi yönetiminin küresel piyasaya uyum sağlamak doğrultusunda düzenleme yapmaktan ibaret olduğunu söylemişlerdir. Bunun için Türkiye’nin, özellikle 2012’den başlamak üzere, büyümesini neoliberal ezberlerle düşürmüş, Hazine’yi, Merkez Bankası’nı ve SPK, BDDK gibi kurumlarımızı adeta bu paralel çeteye emanet etmişlerdir. Şimdi bunları temizliyoruz, ama bu yetmez; bunların ideolojisini de ekonomi yönetiminden temizleyeceğiz.