Anayasa değişikliğinin TBMM’ye sunulması ile İstanbul’daki alçak saldırının peş peşe yaşanması tesadüf değil. Mesaj belli...
Terörün dar sokaklara sıkıştığı aşikar ama hedefine ulaşamayacak.
Polislerimizi hedef alan saldırıyı lanetliyorum. Salı yazımda saldırıyla verilmek istenen mesajı ve terörün çirkin yüzünü kaleme alacağım...
*
Alıp başını uzaklara gitmek var ya, sessizliğin en güzel yaşandığı bir balıkçı köyünde yaşamak belki de birçoğumuzun hayali.
Ege’nin taştan ve mavi panjurlu beyaz evlerini...
Pencerelerinde, balkonlarında pembe, kırmızı begonvil çiçeklerini...
Sokaklarındaki zakkum ağaçlarını...
Daracık sokaklarında geçip giden bir hayatın yolcularını...
Küçük kır kahvehanelerinde yaşanan dostlukları anlatan hikâyeleri...
Ve bu hikâyelerin çekildiği mekânları gösteren filmleri de bu yüzden seyretmeyi nedense çok seviyoruz...
*
Çağan Irmak’ın yazıp yönettiği ve dostumuz Çetin Tekindor’un oynadığı Babam ve Oğlum; Yüksel Aksu’nun yazıp yönettiği, Cem Yılmaz’ın oynadığı İftarlık Gazoz; Kerem Deren’in yazıp yönettiği Engin Akyürek ve Farah Abdullah Zeynep’in oynadığı Bi Küçük Eylül Meselesi gibi birçok film bize içinde yaşadığımız büyük şehirlerin neleri unutturduğunu hatırlatıyordu...
Bir şeyler kazanmışız ama yaşamanın keyfini unutmuşuz ne acıdır ki...
Modern plazalarda, büyük bir telaşla geçip giden günleri bile fark edemeyişimizi, modern birer köleye dönüştürülmüş halimizi beyazperdeye yansıtan hikâyelerin filmlerini seyrederken ne yaman bir çelişkinin içine düştüğümüzü öğreniyoruz...
*
Beton evler, dört lastik üzerinde geçip giden hayatlardan bıkıp usanmış, gençliğini kaybedenlerdeniz.
“Ben yoruldum hayat gelme üstüme” şarkısını dinlerken hüzne boğuluyoruz...
İşte o zaman anlıyoruz hayatın son çeyreğinde olduğumuzu.
Aşkları vurmuşlar bu kentlerde...
Şiir yok...
Roman, hikâye, masal, kitap yok.
Issız Adam filmindeki trajedi gibi hayatlar yaşanıyor etrafımızda.
Seven yok...
Mektuplar, defterler, kalemler yok.
*
Bir yanardağ gibi gelip de yüreğine çöken aşkı içinde yıllarca taşıyan yok...
Mecnun’ları çok bu şehirlerin...
Leyla’ları yok gibi...
Matematiğe endekslenmiş ve büyük problemlere dönüşmüş aşkların adı birliktelikten sayılmış...
Ve bir akşam başlayan ve sabah biten aşkların yaşandığı kentlerde adam gibi sevmenin, yaşamanın anlamsızlığı ilan edilmiş.
İçimizdeki hasretten, acıdan dolayı biriken kelimeler, cümleler yok...
Tüketivermişiz, söylenmeyen söz yok!
Ve bir türkü düşüyor aklımıza:
Adamın adam sevmesi geçti gayri zaman oldu!
*
Yüreğini al da götür diyor bir yanımız.
Diğer bir yanımız ise, bırak kalsın içinde yanardağa dönüşen sevdalar diyor...
Kolera günlerinde dahi aşk diyen yok.
Beton evler ve dört lastik uğruna yitip giden belki de milyonlarca insan hikâyesi yaşanıyor dolaştığımız kentlerde...
Yalnız yaşayanların yalnız öldüğüne şahit oldukça anlıyoruz ki inadına aşk gerek...
Kimseden geriye bir avuç insan dahi kalmıyor.
Kim ne kazanmışsa dünyalık, daha mezara girer girmez geridekilerine bir büyük savaşı miras bırakıyor.
Yaşamanın son durağı olan iki metre derinliğindeki bir mezarın taşları bize neler neler anlatıyor, lakin umursamazlığın zirvelerinde geziniyoruz hâlâ...