15 Temmuz sonrası atılan adımlar hiç şüphesiz ki Türkiye’nin yakın tarihinin en dönüştürücü adımlarıdır. Başka bir anlatımla, bu süreç, halkın 15 Temmuz akşamı darbeye direnerek başlattığı bir demokratik devrimdir. Bu açıdan bu süreçte yapılan reformların hukuki dayanağından çok toplumsal meşruiyetine bakmak gerekir. Yakın dönemde Türkiye’de devletin yeniden yapılanmasının tarihsel olarak iki temel durağı olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, 1839’da Tanzimat’la başlayan süreçtir. Bu süreçte Batı’nın etkisi ve belirleyiciliği tartışmasızdır. Batı ideologlarının tespitiyle “Doğu Sorunu”nun çözümü için Osmanlı Devleti’nin yeniden yapılandırma sürecidir Tanzimat. Ama burada Tanzimatçılar, bir müddet sonra, Abdülhamit sorunuyla karşı karşıya kaldılar.
15 Temmuz’dan önce bu konuda şunu yazmıştık: “1839’da Osmanlı’da başlayan Tanzimat devri tabii ki Batı için bu Doğu Sorunu’nun çözülmesi yani Osmanlı’nın çözülmesi sürecidir. Bu süreç, dışarıda, yani Balkanlar’da, Kafkasya’da, Doğu Akdeniz’de ve Kuzey Afrika’da Osmanlı’nın kolunun kanadının kırılması meselesidir ama içeride de Batı’ya bağımlı, sultanın iradesinden bağımsız hareket edecek bir bürokrasi oluşturmayı amaçlar. Abdülhamid’den önceki Abdülmecid ve Abdülaziz iktidarları, sultanların sınırlı yetkiye sahip olduğu, devletin gerçek yöneticilerinin Batıcı nazırlar ve Batı’ya bağlı bürokrasinin olduğu bir dönemdir. Abdülhamid’in, bütün iktidarı boyunca, en büyük mücadelesi bu bürokrasiyle olmuştur. Burada hemen bir parantez açayım, FETÖ’nün ve onun “dışarıdaki” destekçilerinin hedefindeki Erdoğan’ın da en büyük mücadelelerinden birisi Tanzimat’la birlikte şekillenen bürokratik oligarşiye karşı olmuştur.
Darbelerin ideolojisi
Devletin, yakın tarihindeki ikinci yapılanma durağını da Cumhuriyet’le başlayan süreç olarak kabul edebiliriz ama burada 1839’dan niteliksel bir kopuş yoktur. 1839’la 1923 temel olarak laiklik çerçevesinde ayrılır. Devlet, devletin organları ve kurumları, işleyişi dini referanslardan ayrılır. Özellikle TSK’nın resmi ideolojisi ve yapılanması çok keskin olarak Batıcı-seküler yeni bir “modernizmi” yansıtır ve bu ideoloji önce devleti sonra da toplumu şekillendirmeyi üstlenir. Yani “TSK, bu Batıcı ideolojinin sözde değil, özde temsilcisidir ve bu anlamda memleketin sahibi ve koruyucusudur.” Ordunun bütün kurumları ve eğitimi bu temel üzerinde inşa edilir. Askeri liseler, harp okulları bir önceki yüzyılda kalması gereken bu ideolojiyi -belki de darbeci geleneği- kuşaktan kuşağa daha da katılaştırarak aktarırlar. İşte FETÖ, uzun bir örgütlenmeyle bu darbeci geleneği ele geçirmiş ve 15 Temmuz’da harekete geçirmiştir. Eğer biz bu geleneği yok edemezsek yarın burayı FETÖ değil de başka bir örgüt ele geçirir ve bize yeni bir 15 Temmuz’u yaşatabilir. Bu anlamda 15 Temmuz, 1839 ve 1923’ten sonra devletin, daha doğrusu Türkiye’nin, yeniden ayağa kalkması ve yeniden yapılanmasıdır ama 15 Temmuz, her iki tarihten de niteliksel olarak ayrılan bir süreci önümüze getirecektir. Bunu şu örnekle anlatmak istiyorum.
Varlık fonu...
Bugün yarın TBMM’den Türkiye Varlık Fonu ile ilgili düzenleme geçecek ve Türkiye Varlık Fonu kurulacak. Varlık Fonu, esasında Türkiye’nin ekonomi güvenliğiyle çok önemli bir adımdır. Çünkü 15 Temmuz gibi bir girişimin tamamlanması için Türkiye’nin iktisadi olarak da dizlerinin üzerine çökmesi gerekir. Bugün küresel finansal saldırılar ve operasyonlar gelişmekte olan ülkeler için çok ciddi bir kriz ve güvenlik riskidir. Merkez bankalarının rezervleri ve para politikaları bu süreçte etkisizleşebiliyor ve ülkelerin para ve mali piyasaları istikrarsızlaştırılarak derin sistemik krizlere kapı açılıyor. İşte bunun için çoğu ülke varlık (Refah) fonlarını kurdular. Ancak egemen iktisat öğretisi bu gibi “ekonomi güvenliği” kurumlarının gelişmekte olan ülkelerde kurulmaması için “Bir dakika, bunları herkes kuramaz, bazı şartlar lazım, bunun dışında kurarsanız, sorun olur” tezini geliştirdi. Örneğin, küresel finansal saldırılara karşı bu fonları kurmak isteyen ülkelerin mutlaka dış fazla vermesi gerektiği, yatırım-tasarruf açığı sorunu olmamasını ve sürekli döviz getirecek bir doğal kaynak net ihracatçısı olması gerektiğini söylemeye başladılar. Yani bir Tanzimat kafası gereği Türkiye, Batı’ya sormadan böyle bir girişimde bulunamazdı.
Dün bir TV kanalında CHP sözcüsü ve iktisatçı Selin Sayek Böke’yi izledim. Böke, “Türkiye böyle bir varlık fonu kuramaz çünkü ihraç edecek doğal kaynağı yok ve dış açık veriyor” dedi. Yani yanlış bir Batı ezberini tekrarladı. Oysa Türkiye, bu varlık fonunu çağdaş finansman sistemlerine bağlı olarak kuracak. Ve bu fon, Türkiye’nin tasarruflarına katkı yaparak, milli kaynakların daha etkin değerlendirilmesi sağlayacak ve kamusal altyapı yatırımları için bütçe dışında kaynak oluşturarak hem bütçeye katkıda bulanacak hem de ekonomik dışsallık oluşturacağı için ihracatı yukarı çekerek dış açığı iyileştirecek. Aslında bu fona Türkiye Refah Fonu da diyebiliriz. Türkiye, bu adımla, büyük altyapı yatırımları için, bütçe kullanmak ve yap işlet devret modeli dışında da çok güçlü bir finansman modeli bulacaktır ve ayrıca bu model menkul kıymetleştirilerek sürekli gelir getirecektir. Türkiye bu anlamda özelleştirmeye ve özelleştirme gelirlerine çok farklı bir bakış getirecektir.
İşte anlatmak istediğimiz dönüşüm budur... Ekonomide eski ezberleri, dayatmaları ve yanlışları bitiriyoruz.