Türkiye ve Avrupa Birliği’nin 53 yıldır süren entegrasyon sürecinin sonuna mı geliyoruz? AB Komisyonu’nun 2016 yılı İlerleme Raporu’nu belki tek kelimeyle (Türkiye’yi) anlamama raporu olarak anlatabiliriz. Aslında bu “anlamama” hali, AB’nin özellikle tercih ettiği politik bir duruş. Aslında AB, Türkiye’de neler olup bittiğini, Türkiye’nin nereye gittiğini çok iyi anladığı için “anlamama” üzerinden Türkiye ile ilgili eski ezberleri tekrar edip duruyor.
Ancak biz, 15 Temmuz sonrası, Türkiye’nin attığı adımlar konusunda AB’nin endişelerinin (!) arkasındaki gerçekleri biliyoruz.
Türkiye’de FETÖ gibi paralel devlet yapılanmalarının temizlenmesi ve PKK terörünün “sivil” ayaklarıyla mücadele, mülteci sorununun Almanya’nın istediği -dayatmaya çalıştığı- gibi çözümlenmemesi, AB’de müzakereleri dondururuz, hatta ekonomik ambargoya gideriz seslerinin yükselmesine neden oldu.
AB “liderliği”
Öncelikle bu tehdit kokan açıklamalarının AB’nin şu anki boyunu aştığını söyleyelim. Burada özellikle üzerinde durmamız gereken AB’nin, tam şu sıra “sınırları” neden böyle zorlamaya başladığıdır.
“Tarihsel olarak AB içerisinde iki liderlik modeli gelişti. Avrupa Komisyonu, ilk modeli sunmaktadır. Bu durum, Avrupa entegrasyonunun başlangıcında (1950’li yıllar) ve en çok Jacques Delors başkanlığı döneminde (1980’li yıllar) olmuştur. Keza bu dönemde AB içinde ortak pazar doğmuş ve tek para birimine geçiş süreci başlamıştır.” İkinci liderlik modeli ise Fransa-Almanya liderliğidir. Bu model, Fransa’nın siyasi, Almanya’nın ekonomik liderliği üzerine oturmuştu. Bugün bu iki model de geçerli değil, AB tek devlet tarafından yönetiliyor: Almanya...” (Romanova, Le Monde Diplomatique, Ekim 2106). Bu tespiti şöyle de doğrulayabiliriz; AB’nin ekonomik başkenti AB Merkez Bankası’nın da olduğu Frankfurt’tur. Siyasi başkent de, hemen Almanya-Fransa sınırındaki Fransız kenti Strasbourg’dur. Ancak bu ikili liderlik, doksanlı yılların hemen başında Almanya’nın Doğu Almanya’yı içine almasıyla çözülmeye başladı ve ortak para birimi euro’nun da yeni yüzyılın başında doğmasıyla fiili olarak dağıldı. Almanya hem siyasi hem de ekonomik liderliği ele geçirdi. Doksanlı yıllarda Doğu Avrupa’daki iç savaşlar, Yugoslavya’nın parçalanması esasında AB’nin parçalanması ve AB entegrasyonun ve bu entegrasyona bağlı genişlemenin fiili olarak bitmesidir.
Bu tarihten sonra Birliğe katılan küçük Doğu Avrupa ülkeleri gerçekte, doksanlı yıllarda başlayan Alman genişlemesinin adımları olarak AB üyesi oldular. Almanya burada, 2. Dünya Savaşı öncesi temel hedefi olan Rusya enerji kaynaklarına erişmeyi ise, bu sefer savaşla değil de, ekonomik gücüyle yapmayı denemeye başladı. Bütün bu süreçte Gazprom’un yatırımları ve Avrupa’ya yayılması Almanya üzerinden oldu. Almanya, Ukrayna ve Kırım sorunlarında da Rusya’nın önünü pek kesmedi.
Türkiye “sorunu”
Ancak Türkiye’nin son on yılda hem pazar hem de enerji alanlarında hızla ayağa kalkması ve Kafkasya, Ortadoğu, Akdeniz enerji kaynaklarına ulaşıp bunları ticarileştirmesi, Ortadoğu, Kafkasya ve Afrika pazarlarında Almanya’ya rakip olmaya başlaması Türkiye-AB (Almanya) ilişkilerini yeni -gergin- bir döneme taşıdı. Özellikle, artık bugün 15 Temmuz’un öncüsü bir tezgâh olduğu belli olan uçak krizinin aşılması ve Rusya ile ilişkilerin düzelmesi, aynı tarihlerde İsrail ile buzların erimeye başlaması, AB’yi (Almanya’yı) hem enerji hem de pazar alanlarına ulaşmada potansiyel bir krize doğru yola çıkardı. Çünkü Türkiye, güneyde Güney Gaz Koridoru ile güney enerji geçişlerini denetlerken, kuzeyde de Türk Akım’la kuzey enerji geçişlerini -Ukrayna’yı da pas geçerek- denetliyor olacaktı. Ayrıca çözülmeye doğru giden Kıbrıs meselesi ve İsrail ile düzelen ilişkiler, Doğu Akdeniz enerji kaynaklarını ve Akdeniz ticari çevrimini Türkiye’ye doğrudan bağlayacaktı. Tabii bütün bunlara ilaveten mülteci sorunu da Türkiye’nin kendi doğusuna doğru, Türkiye merkezli bir entegrasyonu öne çıkartıyordu.
AB (Almanya), mülteci sorununu AB’nin çözer görünmesini ama yükü Türkiye’nin omuzlamasını istedi. Türkiye bir önceki hükümet döneminde bu tuzağa düşüyordu. Ancak bu da Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan dönünce, AB (Almanya) bütün oklarını Türkiye’ye yöneltti.
Ambargo (mu)
Şimdi AB, (Almanya) müzakere başlıklarının dondurulması, ekonomik ambargo gibi boyunu aşan cümleler kuruyor. Öncelikle ekonomik ambargo AB’ye Türkiye’den daha fazla zarar verecek bir adım olur. Türkiye’nin, GB içerisinde olduğu da burada unutulmamalıdır. Öte yandan, Obama döneminde planlanan ancak daha Trump seçilmeden suya düşen Trans Atlantik Yatırım ve Ticaret Anlaşması’nın (TTIP) Trump’la da iyice gündemden düşmesi, AB’nin güçlü bir Türkiye istememesi için çok önemli bir nedendir. Çünkü, TTIP’ın kurgusu AB (Almanya)-ABD arasında doğrudan imzalanacak bir anlaşmaya yani ticari entegrasyona dayanıyordu. Burada Türkiye olmayacak ve zaten GB içinde olduğu için, sanayisini ve ihracatını AB’ye bağlamak zorunda kalacaktı. Bunun siyasi sonucu da Türkiye’nin Almanya’nın periferisi olacak kadar siyasi inisiyatifi kaybetmesi olacaktı. Yani Almanya ve ABD, yeni ama Yugoslavya kadar kanlı olmayan bir Türkiye Balkanizasyonu gerçekleştireceklerdi. Tabii ki 15 Temmuz’a bir de tam buradan bakmak gerek.
Sonuçta, AB (Almanya) ne müzakere başlıklarını dondurabilir ne de ekonomik ambargo gibi boyunu çok aşan bir yönteme başvurabilir. Ama çok farklı ve yeni “şeyler” deneyeceklerinden şüphemiz yok.